22 Mart 2009 Pazar

Dünyanın En Tuhaf Mahluku

Nazım Hikmet Ran 1947' de yazmış bu şiiri. Yerel Seçim öncesi Genco Erkal'ın sesinden hatırlamak yerinde olur belki..




Akrep gibisin kardeşim,


korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

Serçe gibisin kardeşim,

serçenin telaşı içindesin.

Midye gibisin kardeşim,

midye gibi kapalı, rahat.

Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.

Bir değil,

beş değil,

yüz milyonlarcasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,

gocuklu celep kaldırınca sopasını

sürüye katılıverirsin hemen

ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

hani şu derya içre olup

deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm

senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

kabahat senin,

— demeye de dilim varmıyor ama —

kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!




19 Mart 2009 Perşembe

the tree of egoism

iletişim minimum iki kişi arasında olur.

nerde çokluk orda bokluk görüşünden yola çıkarsak iletişimin en kolayı iki insan arasında olmalı.

iki insan birbirini anlayamıyorsa eğer, daha fazlasının hiç şansı yok.

yine de iki kişinin anlaşması onlarcanın anlaşmasından daha zor bazen, neden?

çünkü iki kişiyken "ben" kavramı daha merkezde.

"biz" in yerini "ben" aldığında, "sen" in çaban boşuna!

"biz" konuşabiliriz ancak, "ben" ler ve "sen" ler tek başlarına konuşamazlar.

bu yüzden sanırım "ben" kalmayı seçtiğimizde susuşumuz.

peki bir insan "ben " olarak kalmayı neden seçer ki?


yeşil hırka can be your hero baby!

insanlar hayatlarındaki en ufak kararları dahil kayıt defterine yazarlar. pembe hırka yerine yeşili aldım üç yıl önce. çünkü yeşil benim en sevdiğim renk. doğumgünümde yeşil hırkamı giydim geçen sene, çünkü yeşil bana yakışır. tanıştığımızda yazdı, üşüdüm biraz, annem bavuldan yeşil hırkamı çıkarıp sırtıma örttü. çünkü benim sırtım hemen tutulur. yıllar önce aldığım yeşil hırka tanıştığımız gün oturup konuştuklarımızı düşünürken sarıldığım beni sıcacık tutan o yeşil hırka. belki pembe olsaydı böyle olmazdı! kelebek etkisi dedikleri bu işte. butterfly effect of the yeşil hırka!

hayatımı değiştirecek kararlarda zorlanmadım da, hayatımı değiştireceğini bilmediğim o küçücük kararlarda başımı iki elimin arasına alıp sallayarak durduğum yerde çömelip kaldım! küçücük bir şeydi o karar boşlukta. pembenin çok yakıştığını söyleyen tezgahtar kızın gözleriyle yıllardır yeşil müptelalığını gördüğün kendi gözlerinin arasında sıkışıp kalmaktı aslında. ya pembesini alıp çıkacaktın, ya da yeşilini. peki ama pembe hırka onu düşünürken sarıp seni ısıtacak mıydı yine?

işte bu önemli, küçücük kararların hayatımızın domino taşlarını bir nefeste devirmeye başlayışı. durdurmanın yolu yok, onlar birbiri üzerine devrilerek yol alacaklar ve sona erdiğinde ortaya çıkan şekil ya yüzümüzü güldürecek ya da tam tersi. ama biz hiç bir zaman bu son tablonun o küçücük seçimin ürünü olduğunu bilmeyeceğiz aslında. keşkelerimiz hep başka zamanları ıskalayacak. zaten hiç bir keşke 12den vurmaz!

ne demiştik insanlar hayatlarındaki en ufak kararları dahil kayıt defterine yazarlar. kaldı ki hayatlarını değiştirecek kararlar verirler zaman zaman. dediğim gibi hayatımı değiştirecek kadar büyük kararları hiç zorlanmadan verdim hep. çünkü benim "karar kayıt defteri"m olduğu gibi "büyük kararlar öncesi planlama ve organizasyon defteri"m de var. başına oturup saatlerce yazıp çizerim, beş kişiye sorarım ama birinin fikrini aklımda tutarım onu da değiştirirm sonra. ve sayfalarca karalamanın ardından bir karara varırım. sağlamasını yaparım önce öğretmen eksik not vermesin diye, sonra bulduğum soncun altını kırmızı kalemle çizer kutu içine alırım! zamanı geldiğinde vereceğim karar kafamın içindeki o karalama defterinde kırmızıyla vurgulanmıştır.

kafamı planlama ve organizasyon defterine gömüp karalamaya başlarım dedim ya, ben bunu çok da çaktırmadan yaparım aslında. o kadar önceden başlarım ki çalışmaya kafamda, ben bile farkedemem ne zaman bindi o taşlar üstüste. dersini düzenli çalışan bir öğrenci gibi ,yani aslında hiç olmadığım gibi, her dersin önemli bilgilerini üst üste koyup karşıma çıkışlarını beklerim sanki. bir de o defterler üzerinde aklını yitirenler var. verecekleri karar hem kendilerinin hem de çevrelerinin kurdu olur, ince ince törpüler onları, birbirlerine uyan noktalarını köreltir, uzaklaştırır.

verdiğimiz o kocaman kararların altında ezilirken sümüğümüzü atar gibi verdiğimiz o küçük kararların nereye vardığını göremiyoruz pek. ortaokulda bi laf vardı, o tenefüste gizlice sevdiceğin defterine yazılıp ders boyunca okudu mu diye bakılan sözlerden. "güllerin peşinde koşanlar, ayakları altında ezilen papatyaları görmezden gelirler" diye, ya da buna benzer bişey. bak bak, ne söz be! ne saçma salak gelmişti bana bu söz, kalbimiz kadar beyaz sayfalara yazılan diğer sözler gibi. benim için "unutursan küserim mektubumu keserim" den farkı yoktu. pek bunun için söylenmiş olmasa da, ne demek istediğimi özlü bir sözle de vurgulayayım dedim. bloga yazdım diye hayatımın felsefesi olacak değil, şımarıklığın alemi yok!

bu benimki "sliding doors" (rastlantının böylesi) bakış açısı evet. yine de bence küçük kararların da peşine düşmeliyiz biraz, dolaptan ters çıkarılmış halde kolu sarkan tüylenmiş yeşil hırka da mutlu edebilir çünkü bizi bazen! zaten üstün dökmen yıllarca o minimalist programında bize bunlardan bahsetmedi mi?

18 Mart 2009 Çarşamba

üfle!


bu bir doğum günü yazısı.

oturursam 23 yıla ait 23 en güzel gün bulabilirim, ya da 23 en kötü gün, 23 "iyi ki", 23 "keşke", 23 milyon tane şey. 23 kişiden saçma sapan ya da çok da gerekli nedenlerden özür dileyebilirim, ya da 23 kişiye saçma sapan ya da çok doğru nedenlerden teşekkür edebilirim. 23 filmindeki gibi hayatımın her sokağını 23 numaralı caddeye çıkarabilirim. 23rd avenue ya da 23rd square... ama bu yazı bunun için değil.

86 yılının 13 martı gecesi, 36 yaşındaki huriye hanım geçen gece bana söylediği gibi "bir sancılandı, bir sancılandı..." bebeğin ölü sanılması, apar topar sezeryana giriş, 2 ay önce gerçekleşen doğum, küvezde geçirilen günler, yaşayamayabilir korkusuyla üzerine titrenen bir bebeğin hastaneden çıkışıyla son bulur.

her doğumgünümde tam da pasta üflenecekken annemin, babamın ve doğumdan sonra beni görmüş çoğu insanın aklına o erken gelen bebeğin görüntüsü düşer. bir hafta sonrasını görür müyüz diye bakılan o kel ve çirkin bebek, 23 yaşına gelmiş de utanmadan hala mum üflüyor! arkadaşlarımın çoğu zaman dediği gibi:
hande the prematüre! kronik kansızlığı olan, hep hasta, mızmız kız!

20 yaş çok koymuştu bana, sonu sıfırla biten yaşlardan korkacaksın zaten. mesela 10, sınıf itibariyle önünde bir hedef belirir hemen ya takdir alacaksın ya teşekkür! sonra 20, sonu sıfırla biten son kutlanası yaş. 30 u görmedim henüz ama muhtemelen benim arkadaş grubumda umutsuz ev kadınları tadında kutlanacak... alışveriş, kuaför, topuklu ayakkabılar ve şarap içmekten sırası gelmeyecek bir pastayla...

23 yılda çok şey biriktirdim ben. peçete koleksiyonu yaptım mesela, sonra sıkılıp burnumu sildm onlara. babamla abimin pul koleksiyonlarındaki pulların hepsinin arkasını yaladığım gibi defterlerime yapıştırdım, benden kurtarabildikleri bir yerlerde saklı durur hala. şeker paketi biriktirdim kolye yaparız diye, annem attı onları. bilye biriktirdim, çok ses çıkardı oynarken yerde ve "aşağıda insan oturuyor"du, onlar da büfede bir kavanozun içinde yerlerini aldılar. büyüdüm biraz, bilet biriktirmeye başladım. tren bileti, konser bileti, tiyatro bileti... arkasında kiminle nereye ne zaman gidildiğinin tarihiyle. sonra bu kültürel bilet koleksiyonu yerini yavaş yavaş bira etiketlerine şarap mantarlarına ve şişelerden çıkan bilyelere bıraktı. katıldığım organizasyonların yaka kartları, kaldığım otellerin oda kartları, ilkokul arkadaşımla ellerimizi sayfanın üzerine koyup kenarlarından kalemle çizerek izini çıkardığımız sarı sayfaların yanında yer aldı zamanla. bir kaç kesik fotoğraf, derste atılan bir kaç not, bir kaç kuru çiçek...

biriktirdiklerim saymakla bitmez. ama ben en çok anı biriktirdim. sıkılmadan, yorulmadan insanların mimiklerini biriktirdim aklımda. gülerken gözlerinin kısılmasını, ağlarken dudaklarının düşüşünü biriktirdim. masaya vurdukları yumruğu biriktirdim, aynı insanların içine sokmak istercesine sarılışlarını da biriktirdim. yanağıma koydukları bir öpücüğü de biriktirdim, itip düşürdüklerinde dizimde açtıkları yaraları da. saymak isteyip de sayamadığım, sayarken aklımda bulamadığım bir çok şey biriktirdim ben böyle hem zamandan hem insanlardan. dakikalar ve saniyeler arkadaşlar, dostlar ve düşmanlarla aynı yerde biriktiler 23 yıl boyunca. ve birikecekler de zihnim buna karşı gelene kadar.

işte ben tüm bu biriktirdiklerimin bir kısmını alıp gözümün kenarındaki kaz ayağı'na koydum. 30 yaşıma geldiğimde belki sizin de hayretle farkedeceğiniz gözümün kenarındaki o çizgilerin arasına sıkıştırdım. bir kısmını dudağımın kenarındaki çizgilere sıkıştırdım, gülerken ve bağırırken ve konuşurken. bir kısmını sol gözümün üstündeki o hep bakılıp da sorulmaya çekinilen "scarface" yara izlerime sıkıştırdım, ufak bir cam parçası ile. bir kısmını iki kaşımın arasına sıkıştırdım sinirlenince, ya da anlamaya çalışırken kafanızdan geçenleri. bir kısmını avuçlarıma sıkıştırdım, bir kısmını açılan yaralarıma...

bir biyolog olarak hafif artizlenerek (artistlenerek değil artizlenerek) söyleyebilirim ki hücreler fazla birkimden yaşlanır. üretir, alışveriş eder, kullanır ve biriktirirler. biriktirdikçe yaşlanırlar, ama biriktirmekten vazgeçmezler. biriktirdiklerim beni yaşlandırıyor biliyorum, ama biriktirmeden olmaz ki!

kupkuru bir sünger gibi atıldı zihnim doğduğumda bu derya denize evet, o günden beri önemli önemsiz bir çok şeyi içine çekip orada tutmaya çalışıyor. unutmak istediklerim oldu, aklıma kazımak istediklerim de. hepsi işte; aklımda tuttuklarım, tutamadıklarım, bıraktıklarım, bırakamadıklarım, beni bırakanlar ya da benden habersiz zamanın akışına kapılıp zihnimin bıraktıkları... ben tüm bunların ortasında kimine göre "henüz 23 yaşında" kimine göreyse "maşallah 23 yaşında" biriktirdikleriyle yaşamaya çalışan o mızmız kızım hala! mızmızlanmadığım ve asla mızmızlanmayacağım tek konuysa biriktirdiklerimin beni yaşlandırıyor olması.

belki 30. yaşımda da klavyeyi önüme alır biriktirdiklerimden bahsederim. sonu sıfırla biten yaşlarla ilgili düşüncelerim değişmiş olur belki o zaman. yaşım itibariyle biriktirdiğim anılar değişir, biriktirdiğim köpek öldüren mantarlarının yerini yıllanmış fransız şarapları alır belki de. anılarımı sıkıştırdığım bu gençlik çizgileri yerini olgunluk çizgilerine bırakıp derinleşir biraz daha bir türlü düzenli kullanamadığım cilt bakım ürünlerine rağmen.

30. yaşımda burada olursam eğer, ve olursanız siz de göreceksiniz ki 30 yaşındaki o mızmız kadın da bir tek biriktirdiklerinden şikayet etmeyecek! zamana saydıracak yine, her bir hücresinin biriktirdiklerine saydıracak tek tek, güneşe saydıracak, kozmetiklere ve giremediği pantolonlarına saydıracak, balayına giderken bindiği otobüsün biletini sakladığı o renkli kutuya ve biriktirdiklerine sarılarak ve hiç bırakmadan!

P.S: biriktirdiğim herkese ve herşeye ;
ben değil hayır, siz iyi ki varsınız!

12 Mart 2009 Perşembe

short skirt, long jacket

cake dinlemek bana her zaman iyi gelmiştir, her şarkı gibi cake şarkılarının da sözlerine takıldığım olur sık sık. en sevdiğim ve en çok eğlendiğim şarkılarından biridir short skirt, long jacket.

herkesin kafasında biçimlendirilmiş bir taslak halinde, her an yeni tanışılan insanlarla karşılaştırılmak için hazırda bulundurulan bir sevgili profili vardır. çok takıntılı olanlarımız için bu taslak külkedisi masalındaki cam ayakkabı gibidir, sevgilinin ayağı ya ona uyacaktır ya da uymayacaktır.. sıkıştırıp tepiştirerek bir süre uydurmaya çalışılır.. takıntısız olanlar taslağa son bir kez göz atıp, belki derin bir iç çekerek onu yerine kaldırır belki de yırtıp atar ve yoluna devam eder..

bu bahsettiklerim ortada herhangi bir aday olduğu durumlarda geçerlidir tabi ki, hiç aday yokken ya bu taslağın çizgileri derinleştirilir ya da çaresizlikten elde taslak maslak kalmaz!

yine de herkesin kafasında bir taslak vardır, cake in de var.. bir çok erkeğin hislerine tercüman olmuşlar bu şarkılarında.

I want a girl with a mind like a diamond

I want a girl who knows what's best
I want a girl with shoes that cut

And eyes that burn like cigarettes


kadın zeki olsun, ama çok da değil. idaresi kolay olmalı, öyle her boku bilen kadını kimse sevmez. en iyisini bilmeli evet, ama her bildiğini söylememeli. bir erkeğin düşünemediğini düşünmeli zaman zaman, ama erkeğin düşünemediğini vurgulamamalı çünkü bir erkek her şeyi düşünür! onun aklına gelmeyen bir şey varsa o an düşünülmemesi gereken bir şeydir. aslına bakarsanız her şeyi bilen, her konuda fikri olan ve öğreten adam triplerinde, bildiğini sizinle kafanıza vura vura paylaşan insan erkek de olsa kadın da olsa çekilmez. b.s.g bu insanlara söylenecek en güzel sözdür. kadın aptal da olmamalı, aptal kadın ömür törpüsüdür. aptal adam da ömür törpüsüdür. aptal kadın testosteron varlığının dayanılmaz ağırlığı sonucu çekilebilir zaman zaman; ama östrojen seviyesi tarihinin pikini yapsa dahi aptal adamı tolere edebilecek kadar güçlü olamaz. aptal adam aptal kadın içindir, aptal kadın ise uygun zamanda her erkek için yaratılmış olabilir.

I want a girl who gets up early
I want a girl who stays up late

I want a girl with uninterrupted prosperity

Who uses a machete to cut through red tape
With fingernails that shine like justice

And a voice that is dark like tinted glass


şarkının bu kısmı henüz memuriyet ya da iş hayatına başlamamış, öğrenciliğin dibine vurmuş erkeklerin ağzından olmalı.. al bundy kıvamına gelmiş, televizyon karşısında bir eli pantolonunun içinde diğer eli kumandanın hakimiyetini asla bırakmayan erkeklerin hayali değil bunlar . bünye bir kez al bundy kıvamına geldi mi, geç yatan kadın sıkıntı yaratır. geç yatan kadının beklentileri farklıdır, geç yatan kadın eğlence ister, aşk ister, meşk ister, sarhoş olmak ve dans etmek ister.peki al bundy ne ister? mehmet ali erbil'le 50 sarışını izleyerek uyumak! oysa zaten kendisi de geç yatan öğrenci adam, sabahlara kadar eğlenen ama tüm o hareketli ve karmaşık yaşam içinde kendisine huzur veren kadın ister. öğrenci adam her zaman al bundy den çekicidir, eğlencelidir. evet yazarımızın düşüncesi belli;

I want a man who gets up early
I want a man who stays up late
I want a man with uninterrupted prosperity


ojeli erkek sevmiyorum!

I want a girl with a smooth liquidation
I want a girl with good dividends
At Citibank we will meet accidentally

We'll start to talk when she borrows my pen


böyle romantik tanışmaların başrol oyuncusu, oyun kurucusu olmalarına rağmen erkeklerin böyle hayalleri olduğunu bilmiyordum hiç. belki de bu sadece cake in şarkıyı kızlar için daha sevilebilir yapmak adına yazdığı iki satırdan ibarettir. köşeyi dönerken çarpışıp elindeki kitapları toplamana yardım eden uzun paltolu, dar gömlekli adamlar; günümüzde citibankta kalem isterken tanıştığın dar kesim takım elbseli janti adamlara dönüşmüş. jölelidir onlar bi de, maniküre gittiklerini düşünmek bile istemiyorum! ziraat bankasında öğrenim kredisi borcumu ödemeye gitmişken ve çantamdaki milyon şeyin içinde kaybolmuş bi şekilde kalem ararken; kot pantolonunun cebinden emektar kalemini çıkarıp bana gülümseyerek uzatan dağınık saçlı biri benim daha çok hayal edeceğim türden..

I want a girl with a short skirt
And a loooong jacket
!!!

ve cake in nakaratta da dediği gibi, aslında sadede gelinirse; her erkek, incecik bacaklarını kısacık eteğiyle sergilerken bir yandan da uzun ceketiyle olaya gizem kazandıran victoria's secret yılbaşı defilesinden fırlamış o kızlardan ister.

şarkının sözlerini yazanın taslağından bahsedecekken, yazıma genellemelerle dolu ama çoğu tecrübeyle sabit günümüz erkeğinin taslaklarını da sıkıştırmış oldum böylece. aslında şarkıyı ilk dinlediğimde yazmayı düşündüğüm şeyler çok farklıydı, vardığım nokta bambaşka.

son diyeceğim şudur ki, ziraat bankasında tanışan kareli gömlekli bir erkekle mini etekli bir kızın aşkı üzerine daha fazla şarkı yazılmalı... ve elde avuçta karalanmış ne kadar taslak varsa, binlerce parçaya bölünüp yakılmalı!

P.S: emektar kalem tabi ki arka kapağı kayıp ya da çiğnenmiş kahverengi rotring!

7 Mart 2009 Cumartesi

şarap


Şarap

Saat onikiden sonra,

Bütün içkiler

Şaraptır


Cemal Süreya

adamlar vardır, o zamanda yaşasaydım arar bulurdum dediğim. nazım hikmet bunların başında gelir. piraye nin gözlerine, vera nın altın sarısı saçlarına yazdığı şiirlerden daria nın yaralı parmaklarına, çillerine de yazsın diye sırf, "bütün kadınlarımı aldattım" dizesine sıkışmayı göze alarak arar bulurdum.

cemal süreya sonra gelir. bir kaç kelime seçer her gün kullandıklarınızdan, yan yana koyar onları ve siz yanyana gelen o kelimelere çakılı kalırsınız yıllarca. beklersiniz bir gün bir adam "kapı aralığında soluğundan öptüm seni" desin diye...

cemal süreya altı kelime seçmiş bu gece benim için. bu gece cemal süreya' nın altı kelimesine takılmadım sadece. menüde şefin spesiyali ömer hayyam!

cemal'i aldattım bugün, nazım'ın kadınlarını aldattığı gibi aşkla!



Cennette huriler varmış, kara gözlü
İçkinin de ordaymış en güzeli
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz

Bak bir yanda şarap, bir yanda sevgili..


Ömer hayyam