24 Şubat 2009 Salı

zaman


"biri çıkar karşına, bir yanını görürsün, aslında sana çok uyacaktır da zaman doğru değil diye düşünürsün. kafanda şöle dersin " bi 5 sene sonra çıkacaktı karşıma, o zaman her şey çok güzel olurdu". ya da tam tersi; "ben seni geç buldum" dersin. sana göre o doğrudur da, zaman yanlıştır. ben düşündüm böyle şeyler şimdiye kadar, karşıma çıkan adamlar hakkında." dedim.


sonra


"ben doğru zamandayım, sen doğru zamandasın, zaman doğru. hayır öyle değil işte. ne suç ne de nitelik zamanın aslında. zaman kahramanlardan uzak, çaresizlikle suçlanacak en uygun şey belki... bunca zaman yanlış noktada durmuşum. doğru olan zaman değil, doğru olan benim. doğru olan sensin ki bu çok güzel. doğru olan biziz, işte bu şahane! hey zaman, peşini bıraktım; bizden bağımsız ak istediğin gibi!" yazdım.


bizim aslında ömrümüzün en yanlış zamanında doğru diye adlandırdığımız şeyleri bulmamızdan bahsetmiş. yani işin içinde doğru varsa, yanlış da var. hatta başlı başına doğru-yanlış sınıflandırması hata. evet belki de, üzerinde düşündükçe kendi söyledikleriyle de çelişiyor insan.


çoğunlukla "o zaman öyle olması gerekiyormuş" derim. bakınca yanlış insan görmem hiç geçmişimde, o zamanın doğrusuydu derim. yani yine zamana takılırım. onun için doğru zamanmış, şimdi yanlış aslında bakınca. halbuki dün gece "zaman kahramanlardan uzak, çaresizlikle suçlanacak en uygun şey belki" diye yazdım. aklımın sınırlarını zorluyor üstünde düşündükçe. zaman sunay akın'ın sevgilisyle kendisine benzettiği yan yana iki tren rayı gibi. bir doğru bir yanlış çizgi, yanyana akıp gidiyor hayat boyu. ve biz o rayın üzerinde yol alıyoruz gideceğimiz yere. iki raya da basıyoruz ayaklarımızı, ikisinin de üzerinde yükseliyoruz. bir ayağını kaldırmak ne mümkün, ama işte bazen baktığımız yerden diğer ayağı görmezden geliyoruz.


bu tesbitten sonra pastaya takılıyorum. bir masada oturmuş önümzdeki masaldan fırlama pastayı yavaş yavaş her lokmanın tadına vararak yiyoruz diyor.. işte diyorum bahsettiği yanlış bu olmalı, bir kavanoz nutelladan daha hayranlıkla yediğim o pastanın içinden çıkan ufacık bir ceviz kabuğu... ya da hafif küf kokulu bir frambuaz.. işte bizim yanlışımız ancak bu kadar, tabağın kenarına bile çıkarmayı düşünmeden yutkunup yemeye devam edeceğimiz türden. o kocaman lezzetli pastanın yanında önemsiz derecede küçük.


kabul ediyorum yanlışlar içinde doğrular, doğrular içinde yanlışlar olduğunu. yine de aklımın bir köşesinde benim, onun, pastanın ve hatta sandalyeler ve masa dahil her şeyin doğru olduğu fikri kalıyor. çünkü ben yanlış yapmaktan deli gibi korkan ama yine de kendinden beklenmeyecek şekilde yaptığı yanlışlara bile bağlanan biri oldum hep. yine de, sürer takıntılı doğru arayışım.


zamanın soyutluğu içinde doğrunun izini süren ben, hayali bir pastanın lezzetini alıyorum damağımda şimdi... gözlerimi kapatıp başımı iki yana sallıyorum ve ağzımdaki lokmanın damağımla dilimin arasında ezildiğini hissediyorum... dişime takılan o küçük ceviz kabuğunu önemsemeden yutup, çatalıma bir lokma daha alıyorum!


mmmmmhh!


19 Şubat 2009 Perşembe

hey!durun!




yere bakarak dönüyorum, uçuşan kırmızı etekten ayaklarımı görmeye çalışarak. kırmızı babet aradım bu elbisenin altına bir zaman.. bulamadım henüz, ama ben ayaklarımda kırmızı babetler görüyorum. oz büyücüsündeki dorothy'nin ayakkabıları gibi, kırmızı ve parlak. belki şebnem ferah'ın ayakkabıları da böyleydi, "kırmızı rugan ayakkabı"ları. siz durun, ben dönerim!

filmlerdeki kırmızı elbiseli ya da kırmızı paltolu o küçük kızlar gibiyim, kahramanların arkasından geçiyorum gidiyorum. dikkatinizi çekiyorum evet, gözünüz takılıyor. ama önemsiz bir ayrıntı bu, aslında oyun benim çok önümde oynanıyor.

oysa geçen gün doğduğum günü yazdım sitenin birine ve bana "dünyanın senin etrafında döndüğünü zannediyorsun, öyle olmadığını anladığında da depresyona giriyorsun" dedi. kimse dönmesin benim çevremde durun, ben dönerim! filmlerdeki karpuz kollu, kocaman uçuşan etekli elbiseler içinde dansederek dönen kızlar gibi, ben dönerim siz durun.

çünkü zaman ben döndükçe akar. aksiliklerin, kötülüklerin, yalanların ve çekişmelerin sabitliğinde, ben kendimi tek değişken yaptım. ben dönüyorum ve baktığım yerden onlar zaman zaman görünüp zaman zaman eteklerimin altında kalıyorlar. ben döndükçe eteğimdeki çiçekler arasından görüyorum asık suratları, ve işte gerçek o zaman kaldırılabilir oluyor. elimden yakalayıp "başın dönecek" diyerek durdurmaya çalışmayın beni sakın. siz durun çakıldığınız yerde, ben dönerim!

yıllar önce okuduğum bir kitapta dansederek insanları peşinden sürükleyen josephine olmak istemiyorum artık. josephine bir ölü! ben sahnedeki coşkunun veya sahnedeki hüznün arkasından geçip giden o kızım. benim derdim sahnedeki oyunla değil, benim derdim eteğimin ucundan görünen ayakkabılarımla. ve ben kanlı canlı ordayım, gözünüze takıldığım yerde. siz durun ben dönerim, çünkü zaman ben döndükçe akar!!

12 Şubat 2009 Perşembe

isn't it ironic, don't you think?



"isn't it ironic, don't you think?
" der Ironic şarkısında Alanis Morissette.



hayatın her koşulda kaldırılabilir bir espri anlayışı var. en adi eşek şakaları dahil buna, şu yapanı gözünüzü kırpmadan çekip vuracağınız türden. karşınıza geçmiş size yaptığı şakaya karnını tuta tuta gülen şekilsiz bir surat bulamayınca, sineye çekiyorsunuz mecburen. içinizde kadercilikten isyana ışık hızıyla koşuşturan cümleler biriktirerek.


işte o eşek şakalarının birinin altından kalktım ben daha yeni. okumam gereken yüzlerce sayfa kitap ve makale, girmem gereken sınavlar, aylardır okulun karşısında gitmek istediğim bara otobüs penceresinden bakıp iç geçirerek katettiğim ev yolu (ne yazık ki aylardır hiç bir arkadaşın evine, hiç bir kafeye sapmamış ev yolu!), evde sorunlar, otobüste hep pas ve ter kokan bir adam ve en kötüsü uzun bir beraberliğin içinde uzun bir yalnızlık, verilmesi gereken bir karar ve ardından yüzleşilmesi gerekenler... işte bu hayatın şakasının eşek olan kısmıydı.

kafamda bu pis şakayı yapanın o pis sırıtışını canlandırarak ben bir süre "çok mutsuzum" cümleleri sarfettim. hayır burda o tıkanır gibi nefes alışıyla "muuutsuuuzzzsun (hııh) benim gibi, muuutsuuuuuzzzusuun (hııııııh)" diyerek serdar ortaç girmiyor! aksine tam burda bob dylan'ın mr tambourine man'i üzerine yazılmış, beklenmeyecek yorumuyla müslüm gürses " hayat berbat" diyerek giriyor. ve playlistte ömrümüzün en acıklı şarkıları dönüyor.. ben böyle kendimi beni derinlerine çeken yapış yapış bir bunalımın içine bırakmışken hayat bi yerlerde bu eşekliğini şakaya dönüştürmenin peşine düşüyor.

dersler bitiyor, sınavlar güzel geçiyor, daha bir çok şey. ama asıl benim gibi hayatı boyunca yalnızlıktan korkmuş birini nasıl mutlu edeceğini çok iyi biliyor. başlangıçtaki bir msn penceresi, bir mesaj, bir telefon, bir şehirlerarası yolculuk, bir dolmuş parası, bir son durak, bir merhaba, bir nefes yanık nargile, bir çevir-aç kapak, bir kaç adım, bir bira daha, bir gece, bir gün, bir hafta oluyor... öylece bırakıyorum kendimi, daha çok şey olsun diye umarak!

hayat yalnız bırakırken ne kadar acımasızsa, yalnızlığını alırken de o kadar cömert davranıyor. iliklerinden bile çekip alıyor yalnızlığı, içinde kapalı tek bir tozlu oda bırakmayıncaya kadar açıyor kapılarını. içine yeni birini koyuyor, ve o biri o bomboşluğun içinde elini en küçük eşyaya bile süre süre dolaşıyor kendinden emin, pervasız. "dur yapma, ben her gidenin ardından elimde bir bez bütün parmak izlerini ovalayıp çıkarmaya çalışıyorum" diye engel olacak oluyorum, beceremiyorum. aklımda hayatın o pis surat ifadesiyle karnını tutarak bana gülüşü.. "tamam" diyorum, teslim oluyorum. mutluluk, hemen ardından geldiği mutsuzluğun ironisi oluyor. ve ben biliyorum hayat orda bi yerde bir sonraki eşekliğinin peşinden koşuyor. "yine de değer!" diyorum bakınca şimdi. "yeter ki bana bu izleri de sildirme bir gün.."diye pazarlığa oturacak oluyorum, boşuna..

and life has a funny way of helping you out
when
you think evertyhing's gone wrong
and everthing blows up
in your face
and isn't it ironic...
don't you think

a little too ironic..
and yeah i really do think...


şimdi mutluyum, ama biliyorum oralarda bir yerlerde yeni oyunlar kuruyorsun! bu sefer oyununu yalnızlık üzerine oynayamayacaksın! çünkü yıllarca sırama yazdığım gibi, biz düşlere inanırız!



PS: playlistte yeni türkü.. şarkının adını verecek değilim, azcık kafanızı çalıştırın!

10 Şubat 2009 Salı

turuncu


okulun en güzel kızı olmadım hiç, sınıfın da. ya da en havalısı, en populeri, en çok dedikodusu yapılanı falan.. benim kulvarım ayrıydı, uzun düz saçlarını rüzgara savuran kızların karşısında durmadım.


eğlendim ben, eğlendirdim de. üç pas atabilmek için soluk soluğa bahçeye koştum, kantinde sıraya girmeden karışık alabilmenin yöntemlerini buldum, merdivenlerden seke seke düştüm, defalarca burktuğum ayağımla kucaklarda sağlık ocağına kaldırıldım, kavga ettim, ayırdım da zaman zaman. saatlerce oturup merdivenlerde sohbet ettim, okulu astım, kahveye kaçtım, pencere önünde dedikodu yaptım. masa üstünde bozuk parayla maç yaptım, arka bahçede papatya falı baktım, en pis şakaları yaptım, bana yapılanlara en çok kendim güldüm.


kızların o meşhur hatıra kutularından bende de var. benimki biraz farklı ama. efes pilsen sponsorluğunda oluşturulmuş izlenimi yaratıyor ilk bakışta, bira etiketlerinin arkalarında isimler, imzalar... şişe kapaklarında yazan tarihler, şarap mantarları, konser biletleri, kokteyl karıştırıcıları, pasta mumları, bir tutam çimen bile var... sonra kuru çiçekler çıkıyor diplerden, kurtarıyor durumu biraz. en altta da kağıt parçaları; bir gazete kenarına yazılmış iki satır şarkı sözü, çizilerek verilmiş tarifler, kesilmiş fotoğraf parçaları, kuru papatyalar sonra...diplere indikçe zaman geriye akıyor, liseden bir kağıt geliyor elime.


lisede çok sevdiğim bir arkadaşımdan; koridorlarda itişe itişe yürürken yıllar önce şimdi yıllardır görüşememenin üzüntüsünü çektiğim. her günü beraber geçirmenin verdiği alışkanlıkla, yanılgıyla belki de biraz da, ama en güzeli asla unutulmayacak kadar güzel bir heyecanla yazdığı şarkının sözleri, hala okuyunca beni çok mutlu eden son satır... tekrar okur okumaz hemen bir word açıp yazdım şiiri, bi yerlerde şarkının kaydı da vardı onu aradım sonra. volkanı yakaladım nette, yazabilir miyim bununla ilgili bir kaç şey dedim, hatırlayamadı şarkının sözlerini. yolladım ona da, özür diledi benden " bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum" diye.. çok güzeldi aslında, mektup yazıldığında, şarkı dinletildiğinde tam o gün orda güzeldi, şimdi güzel olması gerekmez. şimdi güzel olan bira kapakları arasından çıkması, yüzümü güldürmesiydi. güzel olan lisedeki o kısa saçlı turuncu kafalı kızın o şarkıda kendini görmesiydi. şarkıların sadece saçlarını rüzgara savuran kızlara değil, burktuğu bilekleriyle seke seke tenefüste voleybol oynamaya koşan turuncu kafalı kızlara da yazılmasıydı güzel olan.


ve çözdüğü testin iki şıkkı arasında kafasını kaldıran bir çocuğun, "gördüğüm her şey dünyamda turuncu.." diyecek kadar temiz olmasıydı.


...

ağladım her yağmurda

durdum, sustum ben en sonunda

ve gördüm her şey dünyamda turuncu...



işte kırmızı balık da burdan geliyor.. bir şarkının iki kelimesinde kendini arayan bu kızın bazen oralarda bi yerlerde kendini bulmasından. pilli bebek şarkının adını berrak koyuyor, o bira etiketinin arkasına adını "kırmızı balık" diye yazıyor. çocuk işte, hayatını küçücük bir kutunun içinde saklıyor!


4 Şubat 2009 Çarşamba

pieces of you-ugly girl


Jewel, o yumuşacık sesiyle Pieces of You söylüyor, otobüste kulağıma.

erken kalkmışım yine, aynaya bile bakmadan çıkmışım, gözlerimin altında on sene sonra görmem gereken torbalar.. saçlarım beni ele geçirmek üzere, üzerimde uyumsuz kıyafetler, tırnaklarımı kanatmışım, hava soğuk. otobüs yine tıklım tıkış, elimde çantalar-kitaplar ayakta durmaya çalışıyorum. bir de kulağımdaki kulaklıklarla kendimi otobüsten izole ederk akıl sağlığımı korumaya...

Jewel, o yumuşacık sesiyle Pieces of You söylüyor kulağıma.

biriktirdiğim hatalar zinciri var aklımda, onları düşünüyorum, sonra hata olmama ihtimallerini düşünüyorum, mutlu bile oluyorum bir an. sonra "x ne der, y ne düşünür, z benim hakkımda neler kurar!" düşünceleri istila ediyor kafamın içini. işte mutsuzluk orda başlıyor.
eskiden hata yapabilme lüksümüz vardı, onu geri istiyorum. hatalar yapardık, dünyalar alt üst olurdu, ama ertesi gün bambaşka şeylerin peşinden koşardık unutup. hata yapabilirdik ve telafi edebilirdik. zaman o zamanlar daha mı hızlı akıyordu ne, yaptığımız hataların üstünü hemen kapatmak ister gibi?

ben şimdi hala hatalar yapıyorum, hata olmadıklarına inanmak isteyerek, "o zaman öyle olması gerekiyormuş" cümlelerini kuracağım zamanları bekliyorum. biliyorum gelecek. çünkü ben hesabını veremeyeceğim bu defterin, belki de yazdığım en güzel defter olacağına dair saklı bir inanç da taşıyorum içimde. hatalar yapıp telafi edebildiğimiz zamanlara ait bir heyecanla oturdum bu defteri yazmaya. bu yüzden "olması gereken"in bu olduğuna inanmak isteyişim.

Jewel, o yumuşacık sesiyle "She's an ugly girl, does she make you feel safe?/Ugly girl, ugly girl, do you hate her/Cause she's pieces of you..." diyor kulağıma.

şimdi bana sırtında onlarca yanlış taşıyanlar hesap soracak, dün'lerini silip benim şimdi'mi tartışacaklar sabah ve öğlen ve akşam...benim yanlışlarımı bulmak mutlu edicek onları biliyorum, sırtlarındaki yükü hafifleticek biraz..otobüsten inene kadar bunu düşünüyorum.

evet diyorum sonra, i am an ugly girl, cause i am pieces of you...!