20 Aralık 2009 Pazar
soğuk hava ciğerlerimi doldurdukça zihnim açılsa. katlayıp katlayıp bir kenara sokuşturduğum çamaşırları bir bir silkeleyip çıkarsam. silkeledikçe üstlerindeki havlar saçılsa etrafa, içime çektiğim havayla onları da dağıtsam. çıkarıp baksam hepsine tek tek, tek tek giysem tekrar hepsini. sıkanları bir kenara ayırsam, büyük gelenleri başka bir kenara. sıkanları versem anneme hatta, toz bezi yapsa; ya da alıp makası elime parça parça kesip bıraksam öylece..kabul etsem onlar için büyük olduğumu...büyük gelenleri benden büyük birine versem, bunca zaman durdukları köşeler boşalsa. kabul etsem daha o kadar büyümediğimi, ve kabul etse herkes büyümek istemediğimi.bir poşete doldurup hepsini başkalarına versem. bana göre olanlarıysa kabul edip; taşınacak sorumluluklar, alınacak önlemler ve dayanılacak süreçler olarak askılara assam. dürüp büküp altlara sokuşturmakla çırılçıplak kalınmayacağını kabul etsem. yürümeye devam etsem...
13 Aralık 2009 Pazar
bir ben var benden içeri, benden öte, benden ziyade..
Yazdan beri değişmekten usanmayan bir tezim var, stratejik ve bir o kadar "iki ucu boklu değnek" insan ilişkilerim, özlediğim bir omuz, yüzündeki ağrı çizgilerine bakamadığım babam, milyon tane gelecek planım var...
Yine de tezle ilgili en ufak bir gelişime, bir gün önce bok suratlı birinin "günaydın" deyişine, kafamı koyamadığım omzun sahibinin telefondaki şımarık sesine, ağrısı geçince babamın gülen yüzüne, ve planlarım "gelecek" diye heyecanlanıyorum...
Bir de Hande var içimde, konuşur hiç susmaz. İşte bu sıkıntılı dönemde kendisi hem dert hem derman! Aklı Kordon'da kalır, kilise sokağında kalır, bira şişesinin içine düşen mısır tanesinde kalır, Olimpos'ta avucuna doldurduğu çakıl taşlarında kalır... Bilgisayar başında boyun ve sırt ağrısıyla makalelere gömülmüş Hande'nin içini yer konuşa konuşa. Hadi gel çıkalım der, Aslıyla Özgün ne yapıyordur bi arasak mı der, bugün hava güzel der, hadi boşver battı balık yan gider bi Dalyan bileti patlatalım der, Cheers' da bi bira içsek fena mı olur der gidemedik hiç, "sometimes you wanna go everybody knows your name" der...
Az önce oturuyordum, önce "51 kiloyken ne iyiydin sen" dedi, sonra "Kaputaş'a gidelim, dalgalarla kayaları dövelim" dedi.
30 Kasım 2009 Pazartesi
vat iz yor neym?
Neyse gülmeyi bıraktım dedim ya, beni bir düşünce aldı... Yıllardır adıma bayıla bayıla geldim şu yaşıma, anlamını duyanların tam bana göre olduğunu söylediği, kendimle kafamda örtüştürdüğüm hatta bazen manyaklık boyutuna getirip " ne güzel adım var benim ya, çocuğumun adını da Hande koyayım. Evet evet, daha güzel ne olabilir ki!" diye düşündüğüm bi adım var. Farsça olduğunu öğrendiğimde hafif kıllanmıştım zamanında, ama sonra karşılaştığım her 5 insandan 3ünün isminin kökeninin Türkçe olmadığını farkedince çabuk geçti. Bahsetmişken:
TDK şöle demiş sözlüğünde;
hande Far. ¬ande
a. esk. Gülme, gülüş
Gelelim beni düşündüren meseleye. Yarın bi gün iki havalı laf edicek olsam, ismim üzerinden prim yapmam imkansız! Hande gittim ne geldim? Ne gittim Hande geldim? Olmadı Akdeniz Marşı'ndan girizgah çekerim, "yaslı gittim şen geldim, aç koynunu ben geldim!"
Sonra Hande'ye kim kitap yazdırsın?
23 Ekim 2009 Cuma
kirmizi_balik
yeni bir aleme girdim!
bloga ayıramayacak kadar küçük zaman kırıntılarımla twitter'da Hansel ve Gratel'e iz bırakmaya karar verdim.
efendim zaman gelicek hep birlikte küçük abdesimizi yapıcaz, sıçanlarımıza ilaç vermeye gidicez; zaman gelicek arkadaşlarla kordonda içmenin keyfini paylaşıcaz...
beni izleyin anacım!
12 Ekim 2009 Pazartesi
bi ekler yer miyiz dostum?
Gözünü açtığın dünyada ben yoktum daha. İçtiğin sütten içmedim hiç, izlediğin çizgi filmi abimden dinledim, takıldığın taşa takılmadım, ilk gittiğin bara gitmedim. Çok ayrı bir yerde, çok ayrı bir zamanda büyüdüm senden. Ben “tel sarar kızım, tel sarar” öğrenirken babamdan sen çarpım tablosunu ezberleyeli 2 yıl olmuştu. Elime ilk defa kalem verdiklerinde, sen belki bir okul sırasında cevabını bilmediğin her soru için A işaretliyordun. Ben mavi önlüğümü giymiş okulun köşesindeki direğe kusarken sen öndeki kızın bacaklarına bakıyordun. Ben ortaokulda şişe çevirmece oynarken sen üniversite kahvesinde batak çeviriyordun. Lisede ilk defa biri elimi tuttuğunda belki sen ilişkilerin heyecansızlığından dert yanıyordun yanındakine. Ben üniversitede “ne yapacağım” diye kafa patlatırken, sen yapmaya karar verdiğin şey için emek vermeye başlayalı kim bilir kaç zaman olmuştu.
Böyle sessiz ve belli etmeden oynadı hayat bizimle zevkle. Beni sana büyüttü, seni bana olgunlaştırdı. Sonra bir gün hiç ummadığım bir şehirde yan yana iki sandalyeye oturttu bizi. İki ayrı şehirde iki ayrı yeni hayat savaşına sürükledi, dalga geçer gibi düşüncemizi yan yana duran o iki sandalyeye kilitledi.
Ne gözünü bensiz bi dünyaya açan sen, ne de yanımdaki sandalyeye oturan sen; arkasından usul usul yetişip yanındaki sandalyeye oturan o küçük kızın senin var oluşuna bu kadar minnettar olacağını tahmin ederdi!
Bensiz kutladığın her doğum günün seni bana getirdiği için, şimdiki doğum günün benim olduğun için, bundan sonraki her doğum günün de birlikte alacağımız bir sonraki yaşın habercisi olduğu için kutlu olsun!
Gelip de benim olduğun için, iyi ki doğdun!
PS: (kabul ediyorum, bu son cümle biraz bencilce dostum; ama gerçek!)
6 Ekim 2009 Salı
geri dönüş
yaz bitti...
elimden sanki küçük bir balık kayıp gitti.
ezginin günlüğü söylesin, yaz hiç biter mi?
laboratuar karelerini saydım, narlıdere yollarını arşınladım, makalelerden kafamı uzatıp hayallere daldım bu yaz en çok.
nadiren de sevgiliye hasret izmir sıcağından, sevgili kollarında akdeniz sularına daldım. 4 fili bir vosvosa sığdırdım, 5 günde hızlandırılmış akdeniz turu yaptım.
bir balıkçı teknesinden atlayıp, beni yuttuğu gibi midesine indirsin ve bir daha o ofis sandalyesine geri göndermesin diye masmavi çarşaflara dolandım. kaputaş'ın köpüklerine karıştım, olimpos'un tembelliğine, kekova'nın tarihine, dalyan'ın gecelerine. karıştığım yerde kalmak istedim, gördüklerim bir avuç minik taş ve bir yudum suyla birlikte bende kalsın istedim.
olmadı.
akreple yelkovan beni kovaladı, ben onları.
şimdi yetmeyen bir yazın asla yetmeyecek anılarıyla aklındaki hayal kurtlarının açlığını besleyecek kırmızı balık! renkli taşlarıyla oyalandığı, ama içinde olduğunu (ne yazık ki) bildiği akvaryumunda!
20 Temmuz 2009 Pazartesi
to do list
beynimin girintileri arasına tam da lafın gelişi gibi fiziksel olarak sıkıştırıp asla çıkmasın istediğim anlar var, sıkışıp kaldıkları yerden sökmek istediklerimin yanında.
durmalarını istediğim yerlere yeterince iyi raptiyelemediğimi düşündüklerimi küçük kutlular içinde kağıt parçaları ya da plastikler olarak biriktirdim bu yaşıma kadar. ama bir de görüntüler var, ya da hisler.
hani o tatlı ve kısa yokuşların içimizde bıraktığı tarif edilemeyen şey gibi hissettiren anlar. sanki "yüreği ağzına gelmek" gibi ama söylendiği gibi korkudan değil heyecan ya da mutluluktan.
o görüntüler ki, bir gün aklımdaki herşeyi silecek bir makinaya girdiğimde bile yerlerinden oynamamalılar.
asfalttaki çizgilere baka baka geçirdiğim beş günde o kadar çok görüntü biriktirdim ki aklımda. idrar torbam ve o küçük yokuşun birlikte beynime oynadığı o komik oyuna o kadar çok kandım ki.
karaburunda denize sıfır pansiyonumuzun denizin içindeki restoranında yiyemediğim balık, içemediğim rakı... buna rağmen aklımda kalan istek ve keyif, nasılsa!
bakire meryemin karşısında sol elimin yüzük parmağına konan bir öpücük... incecik iki mumun ipinde tutuşturup atmosfere saldığımız tek bir dilek... ve bomboş bir peçeteye çizilmiş çöpten adamın, sevgilisi çöpten kadının elini tutuşunun aynı yerdeki binlerce dilekten daha önce gerçekleşmesi gerektiğini düşünmek...
göllere, sazlıklara ve karanlıklara bağıra bağıra şarkı söylemek, alerjiden kızaran ayakları pencereden rüzgara sallamak, yaptığın bu salak şeylere en az senin kadar gülen birini bulmak yanında...
bakire, aklımdakileri koru... şimdi durdukları yerde aynı canlılıklarıyla ve gerçeklikleriyle durmaları için... ve yer aç zihnimde, yenileri için.
not: bakire, peçetenin üzerine yıldız çizdim. "to do list" e ilk sıradan girsin diye!
9 Temmuz 2009 Perşembe
hafif müzik!
hafif müzik dinleyelim mi bu akşam
ki yarın hafifmeşrep olalım
ki yarın kolay olsun...
hafifmeşrep; eski türk filmlerinde o mahalledeki bakkala geceliğiyle seslenen saçları kabarık kadın. taşıdıklarını saklama gereği görmeyen, hatta daha çok sergilemekten zevk alan genellikle siyah saçlı beyaz tenli, mahallenin en çok laf edilen ama en çok da bakıp bakıp iç geçirilen kadını.
hem orospudur, hem esaslı kadın. esaslı kadınlığı ayıkken camını orospu diye taşlayan, akşam meyhanede içip içip kapısına dayanan mahalleli erginleri o pis ağzıyla tersleyip kapı dışarı edişindedir. orospuluğu ise sütyensiz giydiği geceliğinde, parlak kadın çorabında, sevgilisini geceyarısı saklamadan eve alışında, elinde kadehle balkona çıkışında, en çok da ayağına giydiği o topuklu ayakkabılarındadır.
topuklu ayakkabı, köylü kadınların şehirleşmesi için ilk adımdır. önce topuklu ayakkabı giyerler sonra saçlarını sarıya boyarlar. bizim küçük emrah değil mi kız kardeşi topuklu ayakkabı giydiğinde "sen de annemiz gibi orospu mu olacaksın gülcan?" diye isyanla bağıran?
sokağa çıkınca kafasına eşarp geçiren namuslu ve güzel başrol oyuncusuna rağmen sevdim ben o hafifmeşrep kadınları. elindeki kristal viski bardağıyla nuri alçonun ağına düşürdüğü namuslu ve saf kızların makus kaderine meydan okuyuşunu, gecenin bir yarısı sarhoş sarhoş getirildiği arabadan parizyen çorabıyla parıl parıl bağıran bacağını atarak inişini, emrahın kardeşinin namus etiketini karalayan topuklu ayakkabısıyla sokağın bi başından bi başına süzülüşünü, bozuk ağzını, feleğin çemberinden geçmiş basit kadın söylemlerini... emrahın bakkala vereceği birşeyi kalmayınca kendini veren çaresiz annesinden, çalışmaya giderken başına eşarp geçiren ve daima patronunun tacizine uğrayan ama parasızlıktan gıkını çıkaramayan namus timsali fabrika kızından, yine patronu tarafından işyeri gardrobundan giyinirken gözetlenen kemik gözlüklü soğuk sekreterden daha gerçek ve daha doğru geldi bana hep.
bu nedendendir ki, hafifmeşrep olmak aynı veganın dediği gibidir. hafif müzik gibi doğal, direk ve yarını kolaylaştıran bir şeydir!
hafif müzik dinleyelim mi bu akşam
ki yarın hafifmeşrep olalım
ki yarın kolay olsun...
2 Temmuz 2009 Perşembe
ayakkabı
ben ayakkabılarımla uyumayı hep sevdim.. geçen gün bölümde ezginin aldığı ayakkabı üzerine konuşurken aklıma geldi..kızlar ayakkabılarını sever, onlara aşık olur, onlarla konuşur...
her akşamüstü televizyon karşısında heyecanla beklediğim ninja kaplumbağaların tuvalet terliği plastiğinden yapılmış sandaletleri çıkmıştı. belki dünyanın en adi şeyiydi, ama sokakta peşinden koştuğum herkesin ayağında vardı ve benim de olmalıydı. ve ben de herkesin ayağındaki Donatello değil, kahramanım Michelangelo olmalıydı. anneme arkadaşlarımın sandaletlerini göstermeye başlamıştım hemen. hiç bir şeyi direk söyleyerek isteyemedim kolay kolay, böyle imalarla eşindim olduğum yerde. sonra bir gün istemeden daldığım öğle uykusundan başucumda Michelangelo'lu sandaletlerimle uyandım.. pırıl pırıl, yemyeşil ve çok güzeldiler. onları yastığımın kenarından almadan annemi öpmeye gittim ve tekrar yanlarına yattım.
biraz büyüdüm sonra, bayramüstü.. her zamanki gibi hastayım, iğneler ilaçlar uçuşuyor halisülasyonlarımın arasında. ateşim o kadar yüksek ki gördüklerim gerçek mi değil mi anlayamıyorum. sonra boncuklu sandaletler görüyorum babamın elinde, gerçek olmayacak kadar güzeller. babam ayağıma giydiriyor, elinde bir çift ayakkabı daha var ama onların boncukları yok! annemle konuştuklarını duyuyorum annem boncuksuzları daha çok beğeniyor, "daha uzun süre giyer" gibi bir şeyler söylüyor babama. eğer kafamı toparlayıp olaya dahil olmazsam boncuklu sandaletleri ömrümün sonuna kadar unutmam gerek... toparlanıp "boncuklular olsun, çok güzel onlar" diyorum ve uykuya dalıyorum. uyandığımda ayağımda boncuklu sandaletlerim, birlikte mutluyuz....
sümerbank vardı eskiden, hep ordan alışveriş edilir ve taksit ödemeye gidilirdi. yine taksit ödemeye gittiğimiz bir gün ben vitrinde duran kırmızı rugan ayakkabılara aşık oluyorum...
anneme binbir eziyet edip eve kucağımda onlarla dönüyorum. beyaz, bilekte kıvrılan uçları dantelli çoraplarımla o kadar büyüleyiciler ki, kuzenim ceyda kıskançlıktan çatlayacak adım gibi eminim!o gece de onlarla uyuyorum...
büyüdükçe ayakkabılarla uyunmuyor, ve ayakkabının sadece çorapla uyum içinde olması yetmiyor bir yaştan sonra.. her kıyafetin altına giyilecek ayakkabı bulmak gerek, bugün sarı eteğin altına giydiğini yarın siyah kotunla giyemezsin... büyümek her zaman dediğim gibi, "zor"!
evet büyüdükçe ayakkabılarla uyunmuyor artık belki, ama ben hala ne zaman yeni bir ayakkabı alsam onlarla uyuma isteğimi ve heyecanımı zor bastırıyorum.. ve biliyorum ki sadece ortopedik, koyu kahverengi babanne ayakkabıları giyebiliyor hale geldiğimde bile, o çirkin "bilmemkaç nokta" ayakkabılarla bile uyumak isteyeceğim... çünkü aslında hepsi o adi tuvalet terliği plastiğinden yapılmış ninja kaplumbağalar sandaleti!
28 Haziran 2009 Pazar
wellcome back
takvimde bu kadar çok işaretlenmiş gün varken bloga yazı yazmak rüya tabi ki!
saydıklarımın bir çoğu geride kaldı, kimi devam ediyor aynı yoğunlukta, kimiyse hafifledi nispeten...
bloga geri dönmenin umuduyla kısa bir girizgah yaptım işte, aklımda tatil ve gelecek planları..
"wellcome back" işte, anlayın.
1 Haziran 2009 Pazartesi
Yukarı, yukarı ve ileri!
5 e koştururken, 3 e bile yetememiş buluyorum kendimi. vakit ayırıp da doya doya sohbet edemediğim arkadaşlarım, kendime ayıramadığım kayıp zamanlarım, telefonda geçirmeyi özlediğim dakikalarım, kırdığım kalplerim ve ne yazık ki bulanık düşüncelerim var bu ara.
sinirlerim geriliyor tel tel, küçükken babamın udunun tellerini minik parmaklarımla çekip çekip bıraktığım gibi birileri benim tellerimi asılıp asılıp bırakıyorlar. ve dalga dalga gücümü eriten titreşimleriyle savaşıyorum. oturup dert anlatacak gücüm yok, ama aklımda olasılıklar üzerine cümleler biriktiriyorum. çünkü öyle bir yerdeyim ki, ağzımdan çıkan kelimeler benim değiller sanki. birilerinin usunda kocaman olup beni ısırıyorlar, ya da küçücük önemsiz kırıntılar halinde yerlere dökülüyorlar. devler üstüne basıyor, kırılıyorlar.
vücudum manevi, fiziksel ve biyolojik ajanlarla stress altında, ingilizce bir makalenin çevrilmeyi bekleyen satırları arasına sıkışıp kalıyor. (rape me medical science!)
"hacıyatmaz" olmak zorundayım , kafamı yerden yere vursunlar n'apalım; ben kalkmak zorundayım! ilerleyemeden sıkıştığım iki taş arasından sızacak ışığı bekliyorum.
ben hiç bunalımlarıyla haftalarca sürüklenen kızlardan olmadım. önüme çıkanlarla mutsuz ama güçlü bir savaş verip, eteğimde kalan ağırlıkları da son bir çabayla silkeleyip yoluma devam ettim hep. ne mutsuzluğumu baskılayıp sıkıştırmaya çalıştım bir yerlere, ne de kocaman olup beni yemesine izin verdim.
şimdi yine bu mutsuz ve yorgun savaşın ortasındayım. uçup giden aklım, alınganlığım ve bilenmiş dişlerim için bana kızmayın bayım! bu mutsuz ve yorgun savaşçı uykusunda hala bir kaldırım çatlağından boynunu uzatan o kahraman aşkınızın yeşiline dalıyor!
27 Mayıs 2009 Çarşamba
sağlama
hayır baba, o yakana tutunup uyuyan kız çocuğu ben değilim!
artık olmaz anne, uykuya dalmadan önce her seferinde eline ihtiyaç duyamam!
aynı filmlerdeki gibi, "not anymore!"
ben sizin o güvenli, huzurlu ve etrafa mavi ışıklar saçan koruma kürenize sığamayacak yaşa geldim. o kadar büyüdüm ki o kozmik kalkandan kolum bacağım sarkmaya başladı. en ironik olanı da ne biliyor musunuz? kafamın içine yıllar önce tohumlarını attığınız düşünceler sizin kontrolünüz dışında hızla büyüyüp dallanarak kocaman bir ağaç oldular. dallarında tazesiyle, çürüğüyle kıpkırmızı meyveleri; sarısıyla, yeşiliyle rengarenk yaprakları birikti. işte kafamın içindeki bu kocaman ağaç için bir zamanlar mavi ışıklarını hayranlıkla izlediğim bu koruyucu kalkan ölümcül boyutta dar!
hayali arkadaşlarım vardı ya; yerini etiyle ve kanıyla yıllardır yanımda duran insanlar aldı. hani o önce bacağınıza sarılarak korkup kaçtığım, sonra "niye benimki Red Kit 'inki gibi dışıvn dışıvn yapınca ölmüyor" diye düşündüğüm gölgem var ya; onunla derdim bitti. tırnağının kenarındaki etleri yediğim için acıyan ve gecenin bir yarısı uykudan uyandırıp ağlayarak üflettiğim parmaklarım var ya; size üfletmekten utanacağım kadar büyüyüp sizinkilere benzediler.
hayır baba, ayakkabını boyadığında avucuna sıkıştırdığın kağıt paranın hepsini sakıza yatıran o küçük kız değilim artık. kapının arkasında heyecanla bekleyen, sen anahtarını sokmadan kapıyı açan ve "bu kapı otomonik" demeni bekleyen; her gün bu espriye katıla katıla gülen o kızılcık değilim.
ne yazık ki anne, peşinden yemek yedirmek için koşturduğun o sıska kız büyüdü. hani "ceydalara gidince yutacağım" diye tutturup ağzımda bir gece beklettiğim lokmalar vardı ya, onlar ne zaman ağzıma alıp yuvarladığımı anlayamadığım kocaman lokmalar halini aldılar ve ne yazık ki hiç birininin anlatılacak komik bir hikayesi yok. sen uyumadan bir türlü uykuya dalmayan o minicik bebek şimdi uyanık tutmak için çabaladığın kocaman bir kız oldu.
ben sizden köklenip göğe uzandım ya, suyunuzu çektikçe maviye döndü yüzüm. toprağınızdan çaldıkça güneşe uzandım. kalkıp köklerimi toplayıp gidesim geldi iki adım, dalmışım derinlerinize farketmeden, gidemedim... ne kadar büyüdüysem göğe, o kadar büyümüşüm size.
gitmek her aklıma düştüğünde, içimde bulamadım aradığım cesareti. kapısından çıktığım eve, ayakkabılarımı sürttüğüm sokağa, otobüsüne bindiğim şehire attım suçu... size yüklendim şimdiki gibi. büyüdükçe kendime sığmadım, ama nedenini hep size bağladım. bir başına gitmek mutluluğunun peşine düşüp, gidememek mutluluğunu gözümden kaçırdım.
sen bana bakma anne, ben sana yağdırıp kendi hesabımı tutuyorum. hala büyük insanların kabusları uyutmadığı zaman elimin içinde avcunu arıyorum.
sen bana kulak asma baba, beş dakika önce kabıma sığmayıp beş dakika sonra mavi kalkanın ışıklarına sığınıyorum. buraya yazdım belki ama sen bilme baba, sen her anahtar kullandığında ben kendime "yine geç kaldın" diyorum...
hücre katmanları arasında boğulduğum gecenin birinde yazıp yazıp sonunda kendimi yalanlıyorum.
toprağa çıplak ayaklarımı gömüp, başımı göğe kaldırıyorum, biliyorsunuz ki sizi gitmek'ten "pek çok fazla" seviyorum!
25 Mayıs 2009 Pazartesi
Destina
Yeni Türkü konserleri, lise yıllarımın en eğlenceli konserleri... kız kıza, bazen yanımızda bir kaç erkek, fuarda, atlas pavyonunda ya da hatırlayamadığım bir iki yerde daha belki, sıkış tepiş ve elimizde ikincisini içtiğimizde sarhoş olduğumuz biralarla çığlık çığlığa söylediğimiz şarkılar...
Can Yücel in o direk ve yalın dizelerine bıraktık kendimizi ezgisine dalıp giderek. burası gibi değil başka bir memleket istedik denizi ayrı deniz, havası ayrı hava; bir sakin derenin içinde yeşil bir saz olmayı istedik... Murathan Mungan ın yoğun satırlarında kaybolduk, Derya Köroğlu nun gerçekten de derya gibi bir durgun bir çalkantılı sesiyle. ve bu iki kişi arasındaki bağ hiç rahatsız etmedi bizi, belki de böylesine üretken olduğu için.
şimdi biraz Sezen Cumhur Önal gibi konuşacağım ama; bazı şarkılar sadece kulağıma hitap eder. ezgisiyle, sözüyle... kimilerinin de sadece sözleri dikkatimi çeker. yeni türkünün şarkılarındaysa hem sözlere hem de müziğe gömülmüşümdür dinlerken. ya sözlerin arasında sesine hayran olduğum yan flüte dalmışımdır, hep dediğim gibi bütünden iki kelime çıkarıp arasına sıkışmışımdır ya da.
otursam her yeni türkü şarkısına bir yazı yazarım belki. aşk yeniden' le yepyeni ve taptaze aşkımdan dem vururum ya da olmasa mektubun'la kendime dönüp yazılmamış mektupların hesabına otururum. bana yazmak olsun, iki kelimeden dört sayfaya nasıl gelmişim diye düşünürken bulurum kendimi. evet her şarkıya bi yazı yazarım otursam, ama destinayla ilgili iki kelimeyi bir araya getiremedim.
ah canım okur, bunu kendi verimsizliğime bağlayıp dizlerime vura vura dövünecek değilim tabi ki... ben bunu yine diğer ucunun nereden geldiğini bilemediğim iplerimden biri olarak benimseyip Lale Müldür'ün kelimelerinin ucuna düğümlerim...
gecelerden birinde, ben uyurken; yüreğini bir yıldız gibi bana bağlayıp da, verdiği ismi kulağıma fısıldayan biri gerçek oldu diye, sevinçle! yaşamımın gizini verecek diye, heyecanla!
Yeni Türkü - Destina
Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım
Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara
Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana
Sen öyle umarsız uyusanda bir köşede
İşte bu yüzden sırf bu yüzden işte
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
Seni bu denli yıktıkları için Destina
Yaşamımın gizini vereceğim sana
Lale Müldür
24 Nisan 2009 Cuma
sevgili baylar,
çok şey istemedik baylar!
durduk yere yaklaşıp yüzümüzü sevin istedik, hiç bir nedeni yokken gelip öpün istedik. yıllardır köşede duran çiçekçi bir akşam üstü gelirken gözünüze çarpsın istedik. hani o şarkı var ya, işte o çaldığında hatırlayıp gözümüzün içine bakın istedik. belki cebimize atılmış bir not, belki de gece yarısı bizi uyandıran bir mesaj istedik. şu doğum gününü aklınızda tutun istedik, arada gelip yalan da olsa nasıl dünya güzeli olduğumuzu, o sarı elbisenin bize ne çok yakıştığını biraz hayranlıkla söyleyin istedik.
çok şey istemedik baylar!
3-5 ay oluverdi mi hemen alışmayın istedik, hiç terkedemeyecekmişiz gibi yayılmayın varlığımızın konforuna. inceliklerden vazgeçmeyin, gözünüze o balık donukluğunu yerleştirmeyin istedik elimizi tutarken. bırakın ayları, yılları sermişken ardımıza sanki kaldırıp atamayacakmışız gibi elinizde tuttuğunuza inandığınız o hayali ipe sarılıp uyumayın istedik.
çok şey istemedik baylar!
istediğimizden çok şey verdik, karşılığını göremedik. "ben hakkımı söke söke alırım" dedik başladık dırdıra. kendimizden sıkıldık zaman zaman, yine de yılmadık. ilk günlerde aşık olduğumuz gözleri ışıl ışıl adam karşımızda duran o karanlık ağaç kavuğunun içinden "şakaaa" diye çıksın istedik. bekledik, gelmedi. kendi dırdırımız kendi ruhumuzu yedi bitirdi, sizin çatlaklarınızdan içeri sızamadık. işte orada içimizdeki gururlu kadın ayağa kalkıp silkindi ve kendine geldi. "yeterin beteri var, size doyum olmaz biz kalkalım" dedik... fonda ajda...
"sardı korkular gelecek yıllar
düşündüm sensiz nasıl yaşanacaklar
gözlerimde canlanırken yaptığın haksızlıklar
güçlendim herşey bambaşka olacak
şimdi gel de gör beni bambaşka biri
topladım dağılan kalbimin her köşesini
ardından ağlayan o zavallı kız nerede şimdi
gel gör beni
sevenlere vereceğim sevgimi!"
çok şey istemedik baylar!
madem can olmayacaktınız, def olun istedik. dönün geldiğiniz yere, bizi önce göz yaşı, bir kaç kadeh şarap, belki bir bar, biraz dans; sonra da son olacağına inandığımız ya da son olacağını umduğumuz yeni bir aşkla yalnız bırakın istedik. çaresiz, sizden kurtulmak için yine size seslendik...
"sevgili baylar
onarın ruhumu sil baştan!"
çok şey istemedik baylar!
yaralar açmayın, açtıklarınıza üfleyin, sarıp sarmalayın istedik. tırnaklarınızı yaralarımızın kabuklarını kaldırmak için değil, güzel bir gelecek kurmak için kullanın istedik. süründürmeyin, sürüklemeyin istedik. zehirimiz de panzehirimiz de sizsiniz, bilin istedik. bilin ama güvenmeyin istedik.
çok şey istemedik baylar!
aşk olsun istedik!
çok şey istemedik baylar!
azalmadan, azaltmadan kalın istedik. kemirecekseniz bir yandan, "allahaşkına bi s. gidin!" istedik!
P.S: sözüm meclisten dışarı baylar! :)
14 Nisan 2009 Salı
büyümek
düştüğümde dizimde açılan yaranın kaç günde geçeceği babam tarafından yıllar önce öngörüldü. "yaşın kadar günde" geçerdi yaralar ve sorun değildi yaşım henüz. yaralarımız haftalarca kapkara kabuklarıyla beklemeye başlayınca büyüdük.
bir sakız bir yumiyumdan oluşan alışveriş listesi bakkala gitmek için yeterli olmayınca büyüdük. ve tabi ki bakkal amca bize fazladan bir mabel sakız hediye etmeyince...
silgiyi kaybetmemek için ortasını babanın alet çekmecesinden çalınan vida ile delip, delikten geçirilen iple boynumuza asmayı bırakınca büyüdük. ya da silgi kaybetmemeye başlayınca.
"susam sokağı"nın saatini kaçırmaya başlayınca, çizgifilm karakteri olmaktan vazgeçince, "teenage mutant ninja turtles" ı bir şekilde anlayıp da "heroes in a half-shell" kısmını "ona buna hapşu" şeklinde söylemeyi bırakınca büyüdük. doğrusunu öğrendiğimizde çok büyümüştük...
15 dakikalık tenefüse hem yakalamaç hem mor menekşe hem de yağ satarım bal satarım oyunlarını sığdıramayınca büyüdük. mor menekşenin şarkısını unuttuğumuzda daha da büyüktük.
aşık olduğumuz çocuğun yanından geçemezdik, yüzüne bakamazdık, adını çıkaramazdık iki dudağımızın arasından; bağıra bağıra sokaklarda anlatmaya başlayınca büyüdük.
tek başımıza karşıdan karşıya geçmeye başlayınca, hatta önce sağımıza sonra solumuza sonra tekrar sağımıza bakarak karşıdan karşıya geçmek espri konusu olmaya başlayınca büyüdük.
otobüse bilet atmaya başlayınca büyüdük biraz, şoför amca öğrenci kartımızı sormaya başlayınca daha fazla...
bağıra bağıra özgürce ağlayabilirken, gözyaşlarımızı saklamaya başladığımzda büyüdük. ağlamak zayıflık olduğunda...
daha burnundaki sümüğüne hakim olamazken tanıdığımız yılların arkadaşını telefon rehberimize soyadıyla kaydettiğimizde büyüdük.
kazık atmak öğretmene ödevini yapmadığını ispiyonlamak'tan, o zaman aklımızın bile almayacağı hatta şu an bile aklımızın sınırlarını zorlayan boyutlara geldiğinde büyüdük.
bir şey istemek ayıpken, yüzsüzlük diye tanımlanmaya başladığında büyüdük. isteklerimiz büyümeye başladığında...
"yenik düşüyor herşey zamana, biz büyüdük ve kirlendi dünya" dizeleri birbirimizin gözlerine bakıp da düşüncelere dalıp dalıp mırıldandığımız dizeler haline gelince büyüdük!
büyüdükçe hasretini çekmeye başladık balkonun altından "annneeeeee" diye bağırmanın, sokaktaki kızın saçını çekmenin, "topu en yükseğe kim dikecek" yarışması yapmanın, "çanak-çömlek patlaaadı" diye saklandığımız yerden çıkmanın, dondurmayı akıtmadan yiyemediğimiz günlerin, çikolataya doymak nedir bilmediğimiz zamanların, heyecanla sevgilinin elini tutmanın, bir şarkı sözünü yıllarca akılda tutmanın, üç günde aşık olmanın, ertesi gün unutmanın, sınavlara anneyle birlikte çalışmanın, kapı arkasında babanın eve gelişini beklemenin, düşmeden korkmadan koşmanın... en çok da düştükten sonra yaralarımıza bakıp da yaş hesabı yapmanın, her yaranın geçeceğine inanmanın...
"çocuklardık
parlak yıldızlardık o zaman
ay büyülüydü, yakamoz, deniz
ardından koştuğumuz o baharlar
çocuklardık
parlak yıldızlardık o zaman
artık dönemesek de geriye
ardından koştuğumuz o zamandır" der Yeni Türkü Günebakan'da.
çocuklardık, büyümekten korkmazdık.
büyüdükçe korktuk, korktukça büyüdük biz.
5 Nisan 2009 Pazar
Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir diye konuşuyorum.
"Şimdi neler söylüyorsam tek yürekten,
Yarın söylenecektir binlerce yürekten..."
kitap tavsiyeleri yapmak değil amacım, bilmiş bilmiş önerilerde bulunacak,"okumalısın" diye kafaya kitapla vuracak bir otorite değilim ne de olsa.. bu yazı bilenlerin zihnini tazelemek, bilmeyenleri de çok geç tanıdığımı düşündüğüm biriyle tanıştırmak için, o kadar.
6 Ocak 1883'te Lübnan' da doğdu. Günümüze alışkın olmadığımız ama o dönemde oldukça normal olduğu gibi Halil Cibran (Khalil Gibran) tek bir dalda sunmadı eserlerini. Hem ressam hem şair hem de filozof olarak anıldı ölümünden sonra. En bilinen eseri The Prophet- Ermiş' in hala günümüz gençliğine yol gösterdiği söylenir. ama bu kitap asıl ateşli bir gençlik dönemini etkilemiş , hepimizin de hayranlıkla okuduğu 68 kuşağının el kitabı olmuş.
kendisi de kitabını "Lübnan'da bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile Ermiş'siz geçmedi. Kitap benim bir parçam haline gelmiş gibiydi. Metni yayımcıma teslim etmeden önce tam dört yıl elimde tuttum. Çünkü emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün kendimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan emin olmak istedim." diyerek anlatmış.
tanrıya inanmış bir filozof olmasına rağmen dinlerin ayrımcılığına karşı durmuş yazılarında ömrü boyunca. insanlığı dil din ve ırk farkını gözetmeden kucaklamış ve onlara bütün olarak seslenmiş. aynı dönemde yaşadığı ve kendinden sonra yaşayan bir çok insan tarafından çağının en büyük düşünürü olarak adlandırılmış.
Yaşam kalbini okuyacak
bir şarkıcı bulamazsa,
aklını konusacak
bir filozof yaratır.
Rodin dahil Cibran'ın o filozof olduğuna inanmış.
biz cibranla yakın kitabevi'nin raflarında karşılaştık. yazılarından alıntılarının toplandığı incecik, dikdörtgen bir tanıtım kitabıyla. elim cibranın saman sarısı kağıda basılmış yüzünde gezdi, sonra da benden iki yüz küsür yıl önce yazdığı satırlarda. sevdik birbirimizi, kasaya yürüdük birlikte. sonra cibran aylarca yastığımın altında yattı. okuyunca duyduğum hayranlıkla birilerine verdim okusunlar diye, gidip gelmeyen adamlardan oldu sonra. daha doğrusu ödünç verilip geri dönmeyen kitaplardan.
cibran yaptığı tablolardan, yazdığı şiirlerden çok aforizmalarıyla etkilemiş ardındakileri. 1931 de ABD'de uzun süredir çektiği hastalığından ölürken de hala aforizmalar üretiyormuş.
Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç
senin gerçeğini açığa çıkarabilir.
İşte böyle bir anda
ya güneş altında çıplak danset,
ya da çarmıhını taşı.
ben hep cibran'ın (ölürken bile) benim de seçeceğim gibi güneş altında çıplak dansettiğini düşündüm! bu kırmızı bir balığın hayal dünyası ne de olsa.
birbirimize özel gün ve gecelerde yolladığımız o arabesk,gereksiz ve basit özlü sözlerden çok daha yoğun ve düşündürücü aforizmalarından ve şiirlerinden bi kaç örnek verip içinizde azcık halil cibran merakı uyandırabilirsem bir kitabevi'nin raflarında cibranla yine göz göze gelip bana geri dönmesini sağlarım belki... siz de zihninizi o sözlerden arındırırsınız belki, hani kulağınızın pası gider gibi...
Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır.
Anımsamak bir tür buluşmadır.
Unutmak ise bir tür özgürlük.
Kişinin hayal gücüyle,
düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe,
yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.
İçimdeki yaşamın sesi,
senin içindeki yaşamın
kulağına ulaşamaz.
Yine de kendimizi yalnız
hissetmemek için konuşalım.
Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin,
toprak üzerinde uyuyanlarınkinden
daha güzel olmadığı gerçeğinde,
yaşamın adaletine olan inancımı
yitirmem mümkün mü?
Zihnimiz bir süngerdir,
yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine,
sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!
İçimizdeki gerçek olan sessiz,
edinilmiş olan ise gevezedir.
Eger kış,
"Baharı yüreğimde saklıyorum"
deseydi, ona kim inanırdı?*
(Ben inanırdım Cibran, sen tüm gerçekliğinle sussaydın da!)
aklınızın bir köşesine atabildiysem oltamın kancasını, ucunda Cibran'ın adıyla; e güzel olmuş ya!
isimden karakter tahlili yapılır
bana bir arkadaşınızı gösterin, size adını söyleyeyim!
ya da bana bir arkadaşınızın adını söyleyin, size nasıl göründüğünü söyleyeyim!
bu oyuna başladığımda çok küçüktüm. konuşmada geçen bir ismi çeker, onun tipini kafamda canlandırırdım. tabi ki karakterle ilgili bilgi verilmesi kafamda yarattığım profilde isim kadar etkili. ayrıca var olan görüntüye isim etiketlemesi de yaparım bu da oyunumuzun ikinci bir ayağı.
isimleri kafamda tipe göre kategoriledim ve aynı isimdeki insanların hep ortak noktalarını buldum. oyunun aslında ne kadar gerçeğe uygun olduğunu isim ve ortak özellik eşleşmesi sonucunda bizzat kanıtladım zamanla.
isimlerle ilgili genellemelerim sadece tip olarak değil tabi ki. mesela senem' leri sevmem gibi bir genelleme yapabilirim size hemen. sevmediğim erkek isimleri de var, yok değil. şimdi burdan her ismi verip fazlasıyla deşifre olmak istemiyorum. sırma larım hep tombiş ama bir o kadar tatlı olmuşlardır mesela. mahmut lar bıyıklı, şimdi bi mahmut düşünün ki bıyığı olmasın... ben mahmuta mahmut demem mahmut bıyıklı olmadıkça! özge ler neşeli olur sonra. aylin ler ağırbaşlı görünümlü, ama içten içe eğlenceli. murat lar içine kapanık, burcu lar havalı, cihan lar şımarık, ercan lar kepçe kulaklı (canım ercanım, seni buralarda afişe ettiğim için pişmanım!). tolga lar var sonra... tipsizini de gördüm, çok yakışıklısını da. şımarığını da, ağırbaşlısını da. onların ortak noktası ise şeytan tüyü olsa gerek... bu kızlar neden hep hastadır tolgalara?
pot kırarım, birilerini incitirim diye korktuğumdan örnekleri çoğaltamamam. sayısız isim ve özellik sayarım aslında otursam. ama isim bu, nokta atışı yapma riskim oldukça fazla. yine de bir arkadaşınızla ilgili mikro karakter tahlili isterseniz, herbokubilenadam'ın da bahsettiği facebook testlerinden daha güvenilir bilgiler verebilir, yıllarca kazandığım deneyimlerimi sizinle paylaşabilirim.
buradan tüm sırmalarımı, özgelerimi, aylinlerimi, ercanlarımı, muratlarımı, burcularımı,tolgalarımı ve cihanlarımı öpüyor, beni çok da ciddiye almamalarını umuyorum! senemler beni ciddiye alsa iyi eder!
22 Mart 2009 Pazar
Dünyanın En Tuhaf Mahluku
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarcasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeye de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!
19 Mart 2009 Perşembe
the tree of egoism
iletişim minimum iki kişi arasında olur.
nerde çokluk orda bokluk görüşünden yola çıkarsak iletişimin en kolayı iki insan arasında olmalı.
iki insan birbirini anlayamıyorsa eğer, daha fazlasının hiç şansı yok.
yine de iki kişinin anlaşması onlarcanın anlaşmasından daha zor bazen, neden?
çünkü iki kişiyken "ben" kavramı daha merkezde.
"biz" in yerini "ben" aldığında, "sen" in çaban boşuna!
"biz" konuşabiliriz ancak, "ben" ler ve "sen" ler tek başlarına konuşamazlar.
bu yüzden sanırım "ben" kalmayı seçtiğimizde susuşumuz.
peki bir insan "ben " olarak kalmayı neden seçer ki?
yeşil hırka can be your hero baby!
hayatımı değiştirecek kararlarda zorlanmadım da, hayatımı değiştireceğini bilmediğim o küçücük kararlarda başımı iki elimin arasına alıp sallayarak durduğum yerde çömelip kaldım! küçücük bir şeydi o karar boşlukta. pembenin çok yakıştığını söyleyen tezgahtar kızın gözleriyle yıllardır yeşil müptelalığını gördüğün kendi gözlerinin arasında sıkışıp kalmaktı aslında. ya pembesini alıp çıkacaktın, ya da yeşilini. peki ama pembe hırka onu düşünürken sarıp seni ısıtacak mıydı yine?
işte bu önemli, küçücük kararların hayatımızın domino taşlarını bir nefeste devirmeye başlayışı. durdurmanın yolu yok, onlar birbiri üzerine devrilerek yol alacaklar ve sona erdiğinde ortaya çıkan şekil ya yüzümüzü güldürecek ya da tam tersi. ama biz hiç bir zaman bu son tablonun o küçücük seçimin ürünü olduğunu bilmeyeceğiz aslında. keşkelerimiz hep başka zamanları ıskalayacak. zaten hiç bir keşke 12den vurmaz!
ne demiştik insanlar hayatlarındaki en ufak kararları dahil kayıt defterine yazarlar. kaldı ki hayatlarını değiştirecek kararlar verirler zaman zaman. dediğim gibi hayatımı değiştirecek kadar büyük kararları hiç zorlanmadan verdim hep. çünkü benim "karar kayıt defteri"m olduğu gibi "büyük kararlar öncesi planlama ve organizasyon defteri"m de var. başına oturup saatlerce yazıp çizerim, beş kişiye sorarım ama birinin fikrini aklımda tutarım onu da değiştirirm sonra. ve sayfalarca karalamanın ardından bir karara varırım. sağlamasını yaparım önce öğretmen eksik not vermesin diye, sonra bulduğum soncun altını kırmızı kalemle çizer kutu içine alırım! zamanı geldiğinde vereceğim karar kafamın içindeki o karalama defterinde kırmızıyla vurgulanmıştır.
kafamı planlama ve organizasyon defterine gömüp karalamaya başlarım dedim ya, ben bunu çok da çaktırmadan yaparım aslında. o kadar önceden başlarım ki çalışmaya kafamda, ben bile farkedemem ne zaman bindi o taşlar üstüste. dersini düzenli çalışan bir öğrenci gibi ,yani aslında hiç olmadığım gibi, her dersin önemli bilgilerini üst üste koyup karşıma çıkışlarını beklerim sanki. bir de o defterler üzerinde aklını yitirenler var. verecekleri karar hem kendilerinin hem de çevrelerinin kurdu olur, ince ince törpüler onları, birbirlerine uyan noktalarını köreltir, uzaklaştırır.
verdiğimiz o kocaman kararların altında ezilirken sümüğümüzü atar gibi verdiğimiz o küçük kararların nereye vardığını göremiyoruz pek. ortaokulda bi laf vardı, o tenefüste gizlice sevdiceğin defterine yazılıp ders boyunca okudu mu diye bakılan sözlerden. "güllerin peşinde koşanlar, ayakları altında ezilen papatyaları görmezden gelirler" diye, ya da buna benzer bişey. bak bak, ne söz be! ne saçma salak gelmişti bana bu söz, kalbimiz kadar beyaz sayfalara yazılan diğer sözler gibi. benim için "unutursan küserim mektubumu keserim" den farkı yoktu. pek bunun için söylenmiş olmasa da, ne demek istediğimi özlü bir sözle de vurgulayayım dedim. bloga yazdım diye hayatımın felsefesi olacak değil, şımarıklığın alemi yok!
bu benimki "sliding doors" (rastlantının böylesi) bakış açısı evet. yine de bence küçük kararların da peşine düşmeliyiz biraz, dolaptan ters çıkarılmış halde kolu sarkan tüylenmiş yeşil hırka da mutlu edebilir çünkü bizi bazen! zaten üstün dökmen yıllarca o minimalist programında bize bunlardan bahsetmedi mi?