2 Mayıs 2011 Pazartesi

bi gün


Masada arkadaş da aynısından içiyor diye alınmış bi paket sigara. Oysa ki yanlış alınmış.
Masada etiketi soyulmuş biralar, 3 tane. Bi tanesi "ego" sözcüğünü gereksizce fazla seven bir çocuğa ait. Arada çocuğun anlaşılmamak üzere kurulmuş ama birbirinin aynı milyonlarca cümlesinden sıyrılıp sokaktan geçenlere bakıyorum.
Masada elde top yapılmış ya da katlanmış bira etiketleri. Bazıları patlamış mısırın içine, bazıları da kül tablasına atılmış.
Masada birbirinin aynı iki telefon, hatta öyle ki numaraları bile neredeyse birbirinin aynı. Bir tane daha var ama o egolu çocuğa ait ve şu an çocuk çok sıkıcı bir konu.
Sokakta küçükken arabada giderkenki eğlencemiz "beyaz arabaları saymaca" oynar gibi sayabileceğimiz kadar çok topuklu ve desenli çoraplı kızlar var. Mini eteklerinden görmek üzere olabileceğimiz şeyler üzerine o an komik olan espriler yapıyoruz. Topuklu ayakkabı giymediğim için pişman mıyım diye soruyorum kendime masanın altında yanları açılmış converslerime bakarak. Kıskandığım heyecan verici mini etekleri, yanında sevgilileriyle girmek üzere oldukları canlı müzik, dikkat çeken bacakları ya da topukluya rağmen muhteşem yürüyüşleri değil. Kıskandığım bir şey yok, laf olsun diye konuşuyoruz burda. Öyle ki laf olsun diye çok konuşan bir çocuğu dinleyip anlamaya çalışıyoruz. O kadar boş vaktimiz var.
Sokakta saçları, gömlekleri, yürüyüşleri komik insanlar var. Gelip geçiyorlar sokaktan belki en fazla 1 dakikada. Bizim masada kalıyorlar belki 5 dakika, belki de yarım saat.
Sandalyeme dokunmadan servis yapamıyor garson, sandalyemi 3 yöne de çeviriyorum ama anlamı yok, sokak kalabalık, masalar sıkışık. Yandakinin sohbetini dinlemeden konuşamıyoruz. Garsonun kasesi büyük,yapacak bir şey yok.
Hava tam bahar, ne ceketle oturabiliyorum başta ne de ceketsiz. Sonra gece geliyor tamamen karanlığının ardından soğuğuyla da. Ceket yetmiyor işte artık, ödünç verilip de getirilmeyen şalın hesabını soruyorsun o zaman yandaki sandalyenin sahibinden.
Bira güzel, glikoz basılmış bira bana yüzde yüz malt biradan daha lezzetli geliyorsa ne yapayım? Bunun hesabını karşımdaki çocuğun ezberlenmiş sözcüklerine verecek değilim!
Deniz kokusu var sonra, burnuna dolunca evinde hissettiğin. Sokakta evinde hissetmek!
Canlı müzik sesleri geliyor sokaktan, yandaki masanın komik muhabbetinden, karşımda oturan çocuğun sevimli yüzüne rağmen çekilmeyen bozuk kaset muhabbetinden, sokaktaki uğultudan sıyrılıp kulağına süzülüveren. Müziğin peşinden gidebiliriz iki kız, ama biz ona üç kız gittik daha önce, bi kere tadı alındı. İki kız artık hep eksik bir mevcut olacak. Sevgililerimiz olabilirdi ama yoklar ne yazık! Ve arkadaş olan erkekler olabilirdi yanımızda, ama yanımızda bu arkadaş kategorisinden çok uzakta bir erkek var. Çocuk yok sayılamıyor ne yazık ki, varlığı çok fazla ve sıkıcı.
Sokak o kadar ışıklı ki, biraz çeneni kaldırıp bütün sokağı rum evlerinin çıkmalarıyla görebilirsen, için de ışıklanıyor. Aslında bu kare için kendini zorlamana gerek yok, sokağa bak bi kere herhangi bir köşesinden yeter. Işık bulaşıcı ve her yerde. Işık kalabalıkta, ışık birada, ışık uğultuda, ışık gürültüde, ışık müzikte, ışık masada, ışık karşıdaki sandalyelerde, ışık içinde. Işığı arayıp bulduğun yer yine sensin. Benim yani, hikayede sen yok.
Böyle bir gün vardı işte, akşam vardı hatta, hatta gece. Böyleydi ve güzeldi içinde sevgilinin olmayışına rağmen, içinde bir gitaristin parmaklarının gitarda dolaşmasıyla eş zamanlı söylenmiş bir şarkı olmamasına rağmen, bir arkadaş aranıp bulunmamasına rağmen, çok konuşan çocuğa rağmen. Nefesti. Uzun süre almak için beklenmiş.


bazen olur


Seni seviyorum cümlesi artık eskisi kadar sık kullanılmıyordu. İlk zamanların o aşktan nefessiz kalma hali yoktu. Sıkıntılardan, yıkılan umutlardan, görülen rüyalardan nefessiz kalınıyordu artık.
Aşkın ilk halinde insan sıkıntıları ve umutsuzlukları bir kenara itiyor, çevresinde kocaman bir boşluk bırakıp, hayattan gelen tüm negatiflikleri inkar ederek sarılıyor karşıdakine. Gerçeklikten ne kadar da uzak! Ama işte hayat, kaçılamayacak kadar gerçek. Yavaş yavaş giriyor o bulutlarla, güneşle ve çiçeklerle doldurduğun verimli boşluk tarlasına. Suyunu, emeğini ve dayanıklılığını özünden alıyor, farkettirmeden kök salıyor aşka. Ve sen aşkın mutluluk ve hayalden ibaret yaşanamayacağını belki hayatında ilk kez belki de ellinci kez aynı hayalkırıklığıyla tecrübe ediyorsun. Babanın öğütlediklerinden farklı olarak, bu kez hiç bir tecrübe kazanmadan! Yine!
İşte ask böyle sınanıyor. Hikayedeki o cılız ot gibi amansız rüzgarlarda eğilip güneş çıkınca dimdik ayakta kalıp yaralarını mı saracak yoksa güçlü ve ulu o ağaç gibi köklerinin topraktan sıyrıldığını çaresizce izleyip güneşte kavrularak kuruyacak?
İşte aşk böyle verecek hayatta kalma savaşını, ve ne yazık ki bir kez değil. O tırnaklarını etine geçiren hayata gözlerini kapatıp sarılacak, içindeki rengarenk kız çocuğunun geri dönmesini bekleyecek!
Bazen olur, yüzyıllık bir ağaç gibi yerle bir olunur; mevsimlik bir ot gibi ayakta kalınır.Bazen olur.

26 Eylül 2010 Pazar

Jehan Barbur - Uyan

Belki çocukluktan kalan
Küçücük bir hikayenin
Ardından gitmek içindir uykular
Belki yaşanmamış yaşanacak
Onca hayal peşinden koşmak için
Bütün masallar

Yastığa başını koyduğunda aklının iplerini bırakıverdi.

En çok güldüğü masaldı "Ali ile Veli". Ve anneannesi "Veli ile Deli" diye anlatırdı aynı masalı. Ali saftı, Veli akıllı. Veli çalışıp para kazanırdı, Ali yarım aklıyla hasta annesine bakar, yemek yapar, evi toparlardı. Bir gün Ali felçli annesine zorla yemek yedirirken onu boğdu. Maceraları da böyle başladı Veli ile Deli'nin. Bu uzun masalda en çok güldüğü yerlerden biri Veli'nin "kapıyı çek de gel" dediği Ali'nin kapıyı söküp sırtlayarak gelmesiydi. Bir de masalın sonuna doğru papazın poposuna mercimek yedirişleri vardı ki, o ayrıca komikti. Hiç görmediği dedesinin masalıydı bu. Kimden dinlerse dinlesin dedesinin anlattığını hayal ederdi gözlerini kapatıp. Ve dedesinin nasıl güldüğünü hayal ederdi papazın poposuna mercimek yedirdiklerini anlatırken. Dedesi güzel gülerdi.

Uyan uykundan çok uyursan herşey geçer yaşamadan
Uyan güzel uykundan ne kadar tatlı da olsa hayat
Uykuyla geçmez yaşanacak o kadar çok şey,
Anlayacak anlatacak çok hikaye var aklımda.
Ama sen uyursan kime anlatırım
Sen gözlerin kapalı kalırsan kime...
Çok uyursan gözlerin mahmur kalır,
Güneş ısıtmaz kirpiklerini

Soluna döndü.

Her zaman soluna dönerdi. Annesi "sağına dönüp yat" derdi hep. "kalbinin üstüne yatmak iyi değildir". O hep kalbinin üstüne yatardı. Soluna dönmeden uyuyamazdı ne kadar denese de sağında kalmayı. Sonra yatağı illa ki duvara dayalı olurdu. Odanın ortasında duran yataklar ona göre değildi. Yüzünü duvara dayardı yaz-kış, ve yüzünde o serinlikle uyurdu. Uyuyarak atlatırdı bütün depresyonlarını. Yüzüne vuran sıcağı duvarın soğukluğuyla bastırırdı; kalbinin üstüne yatarak atlatırdı bütün kalp kırıklıklarını. Uyurken baş ucunda onu sevdiğini söyleyen insanları dinlerdi. Aralarsa kirpiklerini, yatağından kalkıp gideceklerinden korkardı. Hep çok uyumak isterdi, uyanırsa canının daha çok yanacağından korkardı. "Ardına takılıverip bir tekir kedinin" yollara düşer, dalgaya düşer, rüyaların tertemiz koynuna düşerdi.

Uyan uykundan güzel kız
İçi güzel yüzü güzel
Canı çok şeker.

Gülümsedi.

Uyurken komik burunlu, küçük gözlü bir adamın onu izlediğini düşünürdü. O'na dedesine dair üçüncü kişilerden duyduğu dünyanın en komik anılarıymış gibi gelen hikayeleri anlatırdı.. Her bayram annesiyle babasının peşinden düştüğü mezarlık yollarında hiç tanımadığı dedesi için neden gözüne mikadonun çöplerini soktuğu gün kadar ağladığını anlatırdı. Anlatamasa da o anlasın isterdi. Dedesinin gülüşünü tasvir ederdi, espri anlayışını dedesinden aldığı mizah genlerine borçlu olduğunu düşündüğünü söylerdi. Geçen gün otobüste gördüğü yaşlı amcayı dedesinin yollamış olabileceğini, amcanın ona "yüzün çok güzel, eminim kalbin de güzeldir, sakın gözlerinde yaş olmasın kızım, kimseye boyun eğme güçlü ol" demesi için arşivlediği mizah dergilerinin ilk sayılarını teklif etmiş olabileceğini düşünürdü. Sonra ona önce Veli ile Deli'yi, sonra da öğle uykusunu hiç sevmeyen Bıdık'ın öğlenleri uyumayan çocukları toplayıp yiyen korkunç devi nasıl öldürdüğünü anlatırdı. Yüzünü duvara yaklaştırırdı, dizlerini karnına çekerdi.

Dedesiyle biraz güldüler, gözünü açtığında saatin o kalp atışını hızlandıran alarmı çalıyordu.

6 Eylül 2010 Pazartesi

kırmızı balıklar ülkesi

Kırmızı balıklar umutlarını çabuk kaybederler. Rüyanda yürürken birden nerden çıktığı belli olmayan lanet bir çukura düşer gibi. Birden, aniden, sebepsiz ve saçma. Bir kırmızı balık annesinin de sıklıkla söylediği gibi, vazoda bir anda sararıp solan bir çiçek gibi canını kaybeder kırmızı balık. Gözleri düşer, isteksizliğin ve mutsuzluğun dibini bulur. "Bir şeyim yok" deyişinin ardında temeline dinamit yerleştirilmiş kocaman binaların çöküşünü görürsünüz. Emek emek temelini attığı, sevinçle ve istekle katlarını çıktığı o umut gökdelenlerini bir püfle yerle bir eder. Duyduğu bir haberle, gördüğü bir görüntüyle, kafasına takılan bir soru işaretiyle bir olur; pire için yorgan yakar; tereddütsüz üfleyiverir umutlarının üzerine. Kırmızı balıklar yapmakta iyi oldukları kadar yıkmakta da bir o kadar profesyoneldirler.

Kırmızı balıklar yaşama sevincini çabuk kazanırlar. Sanki bir saat önce Karadeniz'de batmış gemilerinin batığına dalan balık değilmiş gibi, küçücük bir kıvılcımla yepyeni ve kocaman bir ateşi harlayıverir kırmızı balık. Yıktığı gökdelenlerin kalıntılarını yine bir püfle tertemiz yapar, üzerine mavi camları pırıl pırıl parlayacak yepyeni ışıltılı gökdelenler inşa eder.

Küçük şeyler biriktirir, küçük şeylerden yara alır, küçük şeylerle hayat bulurlar kırmızı balıklar. Hayatta en çok kendilerini yorar, kendilerini yaralarlar. Halbuki küçük şeyleri görmezden gelenler de vardır. Kim bilir hayat belki böyle daha kolaydır?? Püff!

8 Haziran 2010 Salı

beşbinxzoom!


hayat garip!
ben de en az hayat kadar garibim ama..
kızlarla gülüp eğlenirken, bel altı espriler gırla giderken, ya da kıldan tüyden muhabbetlerle oyalanırken benim birden o çizgi dudaklarım hoop diye aşağı çekilir. hani çizdiğimiz üzgün çöpten adamlar gibi. "ne oldu" sorusunun cevabı yoktur o an bende. ama aranır tabi cevaplar suratıma bakıp bakıp. anlamsız çünkü! ne oldu yani birden öyle? birden çöküveren darallar niye? tamamen malum olan aptallardan olduğumdan! başıma kötü bir şey gelecekse, kötü bir şey yaşayacaksam ben onu beynimde bi yerlerde hissediyorum ve kapanıyor şalterler bende.. ya enerjisini sevdiğim (!) evreni göreve çağırıyorum negatif düşünce baloncuklarımla, ya da gerçekten bir malumiyet söz konusu... hayır ben de sıkıldım bu anlamsız mutsuzluklarımdan. annem der hep, "sen birden soluverirsin çiçek gibi, aniden" diye. birileri köküme tuzlu sular basıyor sanki birden, ya da fişimi çekiveriyorlar bir anda. eski televizyonlar gibi kapanıyorum, görüntüsü küçüle küçüle.. "ne oldu şimdi, ilgi çekmeye çalışan şımarık kızlardan mısın!" diye silkeleyesim geliyor kendimi karşıma geçip. yapacak bir şey yok, o negatif enerji, b.kunu yediğim karma ya da malumiyet çekti fişimi bi kere.. "burada değilsin" sorularına "akşam uyumadım", "yorgunum", "bilmemneyi düşünüyorum" diye aptal saptal cevaplar bulup buluşturuyorum. bekliyorum sonra neler olacak acaba yine diye.. bazen de bir şey olmuyor, neden böyle oldum diye sorarken kendimi dünyanın bütün dertlerini bilinçaltımda biriktirmiş elimde kararken buluyorum. tez, okul, hırslı insanlar, parasızlık, işsizlik, sevgili hasreti, çalışma gerekliliği falan filan.. hayatımda iyi giden bir tek şey yok sanki, sanırsın gece herkes eve dönerken kaldırıma oturmuş kibritçi kız!
hep böyle oldum ki ben! bir anda aklıma bir şey gelir, soyutlanırım, "ne yapcam" diye kafayı yerim bir yandan, bir yandan da plan yaparım. çünkü ben plansız yaşayamayan bir insanım. her zaman bi 5 yıllık kalkınma planım, hazırda bekleyen bir kriz masam, siyah dosyanın içinde kendisine iş düşmesini bekleyen bir B planım olacak! Bu kadar takıntılı, güvensiz ve hastalıklı davranmamın nedeni ne acaba? sıkıcı mıyım neyim? hayır kötü bi çocukluğum da yok! el üstünde, omuzlarda geçti. "iş başa düştü kırmızı balık!" dediğim olmadı ki hiç.. ben büyümekten çılgınlar gibi korkuyorum ya, bir yandan da dörtnala büyüyorum tabii, ondan bence. kafamı büyüdüğümü görmemek için deve kuşu gibi saklıyorum bi yerlere, ve o sakladığım yerde deliler gibi bir lokma aklımla planlar yapıyorum. Halbuki koş zıpla, koy g.tüne rahvan gitsin... çok da eğlenceliyimdir aslında genelde.. işte bazen 45 yaşında menapozun eşiğinde bir kadın çıkıveriyor içimden.
ama bugün durdum düşündüm de tüm bunları, yemekhanede arkadaşım birşey anlatırken boş bakışlarımı farkedip "sen burda değilsin" dedikten sonra; güzel şeyleri bulup çıkarıp hayattan 5000x zoom-in yapmalı!
yoksa "aaaah bu hayat çekilmeeez! aaah bu hayat çekilmeeez! sen olmasan mamut (bknz: ice age 2) aaah bu çile çekilmeeeez!!!
işte düşünüp bunu, sevgilimi aradım ve seni çok seviyorum dedim. filmlerdeki gibi olmadı pek, seni seviyorum deyip kapamadım. çünkü bir kez bunu yaptığımda zorla söylediğimi, seviyorum deyip suratına kapadığımı düşündü. :) kavga etmiştik çünkü, ben de aklımca kavgaya rağmen romantiklik yapıcam..kafalarımız çok farklı çalışıyor.. ya ben çok fazla film izliyorum, ya da o hiç romantik komedi izlemiyor. :) bu yüzden aradım, seni çok seviyorum dedim, o da "ben de" dedi, bir süre sustuk ve ben "bu kadar" dedim. O da "bu kadar mı?" dedi ve "evet" deyince gülerek kapattık. bu kadar oluyor gerçek hayatta n'apalım yani? yine de aşk var!
5000x zoom-in projem beni ne kadar götürecek bakalım?