24 Nisan 2009 Cuma

sevgili baylar,


çok şey istemedik baylar!
durduk yere yaklaşıp yüzümüzü sevin istedik, hiç bir nedeni yokken gelip öpün istedik. yıllardır köşede duran çiçekçi bir akşam üstü gelirken gözünüze çarpsın istedik. hani o şarkı var ya, işte o çaldığında hatırlayıp gözümüzün içine bakın istedik. belki cebimize atılmış bir not, belki de gece yarısı bizi uyandıran bir mesaj istedik. şu doğum gününü aklınızda tutun istedik, arada gelip yalan da olsa nasıl dünya güzeli olduğumuzu, o sarı elbisenin bize ne çok yakıştığını biraz hayranlıkla söyleyin istedik.

çok şey istemedik baylar!
3-5 ay oluverdi mi hemen alışmayın istedik, hiç terkedemeyecekmişiz gibi yayılmayın varlığımızın konforuna. inceliklerden vazgeçmeyin, gözünüze o balık donukluğunu yerleştirmeyin istedik elimizi tutarken. bırakın ayları, yılları sermişken ardımıza sanki kaldırıp atamayacakmışız gibi elinizde tuttuğunuza inandığınız o hayali ipe sarılıp uyumayın istedik.

çok şey istemedik baylar!
istediğimizden çok şey verdik, karşılığını göremedik. "ben hakkımı söke söke alırım" dedik başladık dırdıra. kendimizden sıkıldık zaman zaman, yine de yılmadık. ilk günlerde aşık olduğumuz gözleri ışıl ışıl adam karşımızda duran o karanlık ağaç kavuğunun içinden "şakaaa" diye çıksın istedik. bekledik, gelmedi. kendi dırdırımız kendi ruhumuzu yedi bitirdi, sizin çatlaklarınızdan içeri sızamadık. işte orada içimizdeki gururlu kadın ayağa kalkıp silkindi ve kendine geldi. "yeterin beteri var, size doyum olmaz biz kalkalım" dedik... fonda ajda...

"sardı korkular gelecek yıllar
düşündüm sensiz nasıl yaşanacaklar
gözlerimde canlanırken yaptığın haksızlıklar
güçlendim herşey bambaşka olacak

şimdi gel de gör beni bambaşka biri
topladım dağılan kalbimin her köşesini
ardından ağlayan o zavallı kız nerede şimdi
gel gör beni
sevenlere vereceğim sevgimi!"


çok şey istemedik baylar!
madem can olmayacaktınız, def olun istedik. dönün geldiğiniz yere, bizi önce göz yaşı, bir kaç kadeh şarap, belki bir bar, biraz dans; sonra da son olacağına inandığımız ya da son olacağını umduğumuz yeni bir aşkla yalnız bırakın istedik. çaresiz, sizden kurtulmak için yine size seslendik...

"sevgili baylar
onarın ruhumu sil baştan!"

çok şey istemedik baylar!
yaralar açmayın, açtıklarınıza üfleyin, sarıp sarmalayın istedik. tırnaklarınızı yaralarımızın kabuklarını kaldırmak için değil, güzel bir gelecek kurmak için kullanın istedik. süründürmeyin, sürüklemeyin istedik. zehirimiz de panzehirimiz de sizsiniz, bilin istedik. bilin ama güvenmeyin istedik.

çok şey istemedik baylar!
aşk olsun istedik!

çok şey istemedik baylar!
azalmadan, azaltmadan kalın istedik. kemirecekseniz bir yandan, "allahaşkına bi s. gidin!" istedik!

P.S: sözüm meclisten dışarı baylar! :)

14 Nisan 2009 Salı

büyümek


düştüğümde dizimde açılan yaranın kaç günde geçeceği babam tarafından yıllar önce öngörüldü. "yaşın kadar günde" geçerdi yaralar ve sorun değildi yaşım henüz. yaralarımız haftalarca kapkara kabuklarıyla beklemeye başlayınca büyüdük.

bir sakız bir yumiyumdan oluşan alışveriş listesi bakkala gitmek için yeterli olmayınca büyüdük. ve tabi ki bakkal amca bize fazladan bir mabel sakız hediye etmeyince...

silgiyi kaybetmemek için ortasını babanın alet çekmecesinden çalınan vida ile delip, delikten geçirilen iple boynumuza asmayı bırakınca büyüdük. ya da silgi kaybetmemeye başlayınca.

"susam sokağı"nın saatini kaçırmaya başlayınca, çizgifilm karakteri olmaktan vazgeçince, "teenage mutant ninja turtles" ı bir şekilde anlayıp da "heroes in a half-shell" kısmını "ona buna hapşu" şeklinde söylemeyi bırakınca büyüdük. doğrusunu öğrendiğimizde çok büyümüştük...

15 dakikalık tenefüse hem yakalamaç hem mor menekşe hem de yağ satarım bal satarım oyunlarını sığdıramayınca büyüdük. mor menekşenin şarkısını unuttuğumuzda daha da büyüktük.

aşık olduğumuz çocuğun yanından geçemezdik, yüzüne bakamazdık, adını çıkaramazdık iki dudağımızın arasından; bağıra bağıra sokaklarda anlatmaya başlayınca büyüdük.

tek başımıza karşıdan karşıya geçmeye başlayınca, hatta önce sağımıza sonra solumuza sonra tekrar sağımıza bakarak karşıdan karşıya geçmek espri konusu olmaya başlayınca büyüdük.

otobüse bilet atmaya başlayınca büyüdük biraz, şoför amca öğrenci kartımızı sormaya başlayınca daha fazla...

bağıra bağıra özgürce ağlayabilirken, gözyaşlarımızı saklamaya başladığımzda büyüdük. ağlamak zayıflık olduğunda...

daha burnundaki sümüğüne hakim olamazken tanıdığımız yılların arkadaşını telefon rehberimize soyadıyla kaydettiğimizde büyüdük.

kazık atmak öğretmene ödevini yapmadığını ispiyonlamak'tan, o zaman aklımızın bile almayacağı hatta şu an bile aklımızın sınırlarını zorlayan boyutlara geldiğinde büyüdük.

bir şey istemek ayıpken, yüzsüzlük diye tanımlanmaya başladığında büyüdük. isteklerimiz büyümeye başladığında...

"yenik düşüyor herşey zamana, biz büyüdük ve kirlendi dünya" dizeleri birbirimizin gözlerine bakıp da düşüncelere dalıp dalıp mırıldandığımız dizeler haline gelince büyüdük!

büyüdükçe hasretini çekmeye başladık balkonun altından "annneeeeee" diye bağırmanın, sokaktaki kızın saçını çekmenin, "topu en yükseğe kim dikecek" yarışması yapmanın, "çanak-çömlek patlaaadı" diye saklandığımız yerden çıkmanın, dondurmayı akıtmadan yiyemediğimiz günlerin, çikolataya doymak nedir bilmediğimiz zamanların, heyecanla sevgilinin elini tutmanın, bir şarkı sözünü yıllarca akılda tutmanın, üç günde aşık olmanın, ertesi gün unutmanın, sınavlara anneyle birlikte çalışmanın, kapı arkasında babanın eve gelişini beklemenin, düşmeden korkmadan koşmanın... en çok da düştükten sonra yaralarımıza bakıp da yaş hesabı yapmanın, her yaranın geçeceğine inanmanın...

"çocuklardık
parlak yıldızlardık o zaman

ay büyülüydü, yakamoz, deniz

ardından koştuğumuz o baharlar

çocuklardık

parlak yıldızlardık o zaman

artık dönemesek de geriye

ardından koştuğumuz o zamandır
" der Yeni Türkü Günebakan'da.

çocuklardık, büyümekten korkmazdık.
büyüdükçe korktuk, korktukça büyüdük biz.

5 Nisan 2009 Pazar

Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir diye konuşuyorum.



"Şimdi neler söylüyorsam tek yürekten,
Yarın söylenecektir binlerce yürekten..."

kitap tavsiyeleri yapmak değil amacım, bilmiş bilmiş önerilerde bulunacak,"okumalısın" diye kafaya kitapla vuracak bir otorite değilim ne de olsa.. bu yazı bilenlerin zihnini tazelemek, bilmeyenleri de çok geç tanıdığımı düşündüğüm biriyle tanıştırmak için, o kadar.

6 Ocak 1883'te Lübnan' da doğdu. Günümüze alışkın olmadığımız ama o dönemde oldukça normal olduğu gibi Halil Cibran (Khalil Gibran) tek bir dalda sunmadı eserlerini. Hem ressam hem şair hem de filozof olarak anıldı ölümünden sonra. En bilinen eseri The Prophet- Ermiş' in hala günümüz gençliğine yol gösterdiği söylenir. ama bu kitap asıl ateşli bir gençlik dönemini etkilemiş , hepimizin de hayranlıkla okuduğu 68 kuşağının el kitabı olmuş.

kendisi de kitabını "Lübnan'da bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile Ermiş'siz geçmedi. Kitap benim bir parçam haline gelmiş gibiydi. Metni yayımcıma teslim etmeden önce tam dört yıl elimde tuttum. Çünkü emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün kendimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan emin olmak istedim." diyerek anlatmış.

tanrıya inanmış bir filozof olmasına rağmen dinlerin ayrımcılığına karşı durmuş yazılarında ömrü boyunca. insanlığı dil din ve ırk farkını gözetmeden kucaklamış ve onlara bütün olarak seslenmiş. aynı dönemde yaşadığı ve kendinden sonra yaşayan bir çok insan tarafından çağının en büyük düşünürü olarak adlandırılmış.

Yaşam kalbini okuyacak
bir şarkıcı bulamazsa,
aklını konusacak
bir filozof yaratır.


Rodin dahil Cibran'ın o filozof olduğuna inanmış.

biz cibranla yakın kitabevi'nin raflarında karşılaştık. yazılarından alıntılarının toplandığı incecik, dikdörtgen bir tanıtım kitabıyla. elim cibranın saman sarısı kağıda basılmış yüzünde gezdi, sonra da benden iki yüz küsür yıl önce yazdığı satırlarda. sevdik birbirimizi, kasaya yürüdük birlikte. sonra cibran aylarca yastığımın altında yattı. okuyunca duyduğum hayranlıkla birilerine verdim okusunlar diye, gidip gelmeyen adamlardan oldu sonra. daha doğrusu ödünç verilip geri dönmeyen kitaplardan.

cibran yaptığı tablolardan, yazdığı şiirlerden çok aforizmalarıyla etkilemiş ardındakileri. 1931 de ABD'de uzun süredir çektiği hastalığından ölürken de hala aforizmalar üretiyormuş.

Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç
senin gerçeğini açığa çıkarabilir.
İşte böyle bir anda
ya güneş altında çıplak danset,
ya da çarmıhını taşı.


ben hep cibran'ın (ölürken bile) benim de seçeceğim gibi güneş altında çıplak dansettiğini düşündüm! bu kırmızı bir balığın hayal dünyası ne de olsa.

birbirimize özel gün ve gecelerde yolladığımız o arabesk,gereksiz ve basit özlü sözlerden çok daha yoğun ve düşündürücü aforizmalarından ve şiirlerinden bi kaç örnek verip içinizde azcık halil cibran merakı uyandırabilirsem bir kitabevi'nin raflarında cibranla yine göz göze gelip bana geri dönmesini sağlarım belki... siz de zihninizi o sözlerden arındırırsınız belki, hani kulağınızın pası gider gibi...

Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır.

Anımsamak bir tür buluşmadır.
Unutmak ise bir tür özgürlük.

Kişinin hayal gücüyle,
düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe,
yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.

İçimdeki yaşamın sesi,
senin içindeki yaşamın
kulağına ulaşamaz.
Yine de kendimizi yalnız
hissetmemek için konuşalım.


Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin,
toprak üzerinde uyuyanlarınkinden
daha güzel olmadığı gerçeğinde,
yaşamın adaletine olan inancımı
yitirmem mümkün mü?

Zihnimiz bir süngerdir,
yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine,
sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!

İçimizdeki gerçek olan sessiz,
edinilmiş olan ise gevezedir.


Eger kış,
"Baharı yüreğimde saklıyorum"
deseydi, ona kim inanırdı?
*

(Ben inanırdım Cibran, sen tüm gerçekliğinle sussaydın da!)

aklınızın bir köşesine atabildiysem oltamın kancasını, ucunda Cibran'ın adıyla; e güzel olmuş ya!

isimden karakter tahlili yapılır



bana bir arkadaşınızı gösterin, size adını söyleyeyim!
ya da bana bir arkadaşınızın adını söyleyin, size nasıl göründüğünü söyleyeyim!

bu oyuna başladığımda çok küçüktüm. konuşmada geçen bir ismi çeker, onun tipini kafamda canlandırırdım. tabi ki karakterle ilgili bilgi verilmesi kafamda yarattığım profilde isim kadar etkili. ayrıca var olan görüntüye isim etiketlemesi de yaparım bu da oyunumuzun ikinci bir ayağı.

isimleri kafamda tipe göre kategoriledim ve aynı isimdeki insanların hep ortak noktalarını buldum. oyunun aslında ne kadar gerçeğe uygun olduğunu isim ve ortak özellik eşleşmesi sonucunda bizzat kanıtladım zamanla.

isimlerle ilgili genellemelerim sadece tip olarak değil tabi ki. mesela senem' leri sevmem gibi bir genelleme yapabilirim size hemen. sevmediğim erkek isimleri de var, yok değil. şimdi burdan her ismi verip fazlasıyla deşifre olmak istemiyorum. sırma larım hep tombiş ama bir o kadar tatlı olmuşlardır mesela. mahmut lar bıyıklı, şimdi bi mahmut düşünün ki bıyığı olmasın... ben mahmuta mahmut demem mahmut bıyıklı olmadıkça! özge ler neşeli olur sonra. aylin ler ağırbaşlı görünümlü, ama içten içe eğlenceli. murat lar içine kapanık, burcu lar havalı, cihan lar şımarık, ercan lar kepçe kulaklı (canım ercanım, seni buralarda afişe ettiğim için pişmanım!). tolga lar var sonra... tipsizini de gördüm, çok yakışıklısını da. şımarığını da, ağırbaşlısını da. onların ortak noktası ise şeytan tüyü olsa gerek... bu kızlar neden hep hastadır tolgalara?

pot kırarım, birilerini incitirim diye korktuğumdan örnekleri çoğaltamamam. sayısız isim ve özellik sayarım aslında otursam. ama isim bu, nokta atışı yapma riskim oldukça fazla. yine de bir arkadaşınızla ilgili mikro karakter tahlili isterseniz, herbokubilenadam'ın da bahsettiği facebook testlerinden daha güvenilir bilgiler verebilir, yıllarca kazandığım deneyimlerimi sizinle paylaşabilirim.

buradan tüm sırmalarımı, özgelerimi, aylinlerimi, ercanlarımı, muratlarımı, burcularımı,tolgalarımı ve cihanlarımı öpüyor, beni çok da ciddiye almamalarını umuyorum! senemler beni ciddiye alsa iyi eder!